Terörün, en azından ortaya çıktığı bölgede kontrol altına alnamaya başladığı şu günlerde, Türkiye hızla yeni bir kutuplaşmaya sevk ediliyor.
Bu kutuplaşmanın adı Laiklik‑anti laiklik. Bunun bir adım ötesi ise “dindarlar ve dindar olmayanlar”dır.
Bu tartışmanın bir tarafının yarısı, ‘aydın’ libası giymiş ateistelridir. Bunlar, ellerindeki solculuk bayrağını kaybettikleri için, şimdi işi, Pir Sultan Abdal öfkesine dönüştürmeye çalışıyorlar. Alevi vatandaşlarımızın düzenledikleri etkinliklere sızarak, olayı sürekli sabote ediyorlar.
Bu tarafın diğer yarısı ise laikliğin zedeleneceğinden endişe duyanlardır. Bunlar samimidir. Devletin laik vasfının zedelenmemesini istiyarlar. Ancak, karşı tarafa ciddi bir tahamülsüzlük de göstermiyorlar.
Tartışmanın diğer tarafı ise radikal dindarlardır. Bunların da büyük bir kısmı hiç bir cemaatin içinde yer bulamamış, militan kökenli gruplardır. Bir diğer kısmı ise, rejimin yaptığı bir takım yanlışlıkların laiklikten kaynaklandığını sanarak, buna tavır alanlardır.
Bu ortam oluşunca da nifakçılara sadece kibriti çakmak kalıyor.
* * *
Türkiye’nin böyle bir kavgayı kaldırmaya tahammülü yoktur.
Bu kavga ne 80 öncesi terör olaylarına benzer, ne kürt‑türk ayırımına. Çünkü, 80 öncesi terörle halkın bir ilişkisi yoktu. Halk meseleyi iki grubun kapışması gibi algılıyor ve iki tarafa da mesafeli davranıyordu.
PKK olayında da durum pek farlı değildir. PKK, haklarını savunduğunu iddia ettiği kürtlerin ekseriyetinden ilgi görmemiştir. Görmeyecektir de!
Ama dindarlık ve laiklik böyle değil.
Bu memleketin yüzde 98’i müslümandır. Laikler de kendisini müslamün kabul ediyor. Kendisini müslüman diye deklare eden bir insana hiç kimsenin “Sen değilsin” demeye, dinen de hakuken de hakkı yoktur.
Laikliğin medyadaki en hızlı savunucularının zaman zaman, dindarlıklarını deklare ettiklerine hepimiz şahid olmuşuzdur. Öyleyse bunların üzerine “Hayır sen yalan söylüyorsun” diye gitmenin anlamı yoktur.
Böyle bir tartışma başladığında, laiklerin de, demokratik hakllar çerçevesinde daha çok din ve ibadet hürriyeti isteyenlere “Siz takiye yapıyorsunuz. Amacınız devletin temelini değiştirmektir” demeye hakları doğar.
Burada ekseriyeti teşkil eden sessiz çoğunluğa büyük görev düşüyor. Bu kesim, gerçek demokrasiyle idare edilen bir cumhuriyette, dinin çok daha rahat yaşanacağı bilincine varmalı ve tavrını siyasi çerçevede ortaya koymalı…
* * *
Bu noktadan itibaren görev partilere düşüyor. Partiler, tabandan gelen bu sinyaleri iyi değerlendirerek, tepede de istikrarı sağlayacak formüller bulmalılar. Birleşecekler mi, kendilerini fesh mi edecekler…, artı o onların bileceği iş…
Bu politik kirlenme ile, bu banal demokrasiyle, bu ekonomik çöküntüyle türk toplumunu ileriye götürmek mümkün görülmüyor.
Ben iddia ediyorum ki, Fatih’te ANAP Genel Başkanı Yılmaz adaylık koysaydı, Sayın Tantan kadar başarı gösteremezdi. Keza Yalova’da sayın Çiller aday olsaydı, imam hatip kökenli İbrahim Uzun kadar oy alamazdı. Aynı şeyi, Erbakan ve Beykoz için de söyleyebiliriz.
Neden?
Bizce nedeni, kirlenmişliktir.
Dikkat ederseniz, seçmen, oylarıyla dürüst insanları tercih etmiştir. Dürüstlük!
Nedir dürüstlük? Doğruluğun, toplumun hayrına ve yararına olarak, yerinde ve zamanında sergilenmesidir.
İktidarda farklı muhalefette farklı tavırlar sergilediğiniz zaman kimse sizin dürüstlüğünüze inanamaz.
Toplum dürüstlük istiyor. Toplum huzur istiyor, toplum uzlaşma istiyor. Yeni tertışmalar değil. Ülkenin aydınları ve siyasileri de şapkalarını önlerine koyarak, bunu yeniden ve detaylı düşünmeleri gerekir.
Aksi takdirde, sağdaki partilerin tabanı refaha kayar. Kaymaması da mümkün değildir. Elbette Refah, da bu ülkenin meşru kurallar içinde mücadele veren bir partisidir. Ancak, diğer partilere göre radikalleri daha yoğun olan bir partidir. Dolayısıyla, zıdlaşmada taraf olma istidadı, diğer partilerden daha yüksektir.
Ve şayet, bu zıdlaşmaya son verilmez de dürüst bir uzlaşma arayan toplum ekseriyetinin sesine kulak verilmezse, laiklik‑ anti laiklik tartışmaları, nifakçıların da körüklemesiyle ülkeyi içinden çıkılmaz bir kaosa sürükleyecektir.
* * *
Zaman “ben haklıyım‑ sen haklısın” intalaşmasını sürdürmek zamanı değil, “Benim tezim doğrudur ama doğru birtek benim tezim değil” olgunluğuna gelme zamanıdır.
Partilerin tabanları, artık tepelerdeki zıdlaşmalara son verecek baskı unsurları haline gelmeli. Çözümü toplum üretmeli. Çünkü tepe noktalar kitlenmiştir. Devletin üst katmanını oluşturan yaşama, yargı ve yürütme, yetki kavgasına tutuşmuş bulunuyorlar…
Bizi göre ne TBMM yargıdan üstündür, ne yargı TBMM’den ikisi beraber ve yanyanadır. Ve tabii yürütme de!
Aynı kaos partilerin tepesinde de yaşanmaktadır. Buna son verecek çözümler üretmediğimiz takdirde, 21. yüzyıla, Türkiye yine üçüncü sınıf bir ülke olarak girecektir.
Bu bedeli üstlenebilecek hiç bir babayiğit olduğunu sanmıyorum.