Bildiğimiz gibi, şu sıralarda New York’ta Kıbrıs’ın geleceği konuşuluyor..
Görüşmeler, görünürde Kıbrıs’ta yaşayan Rumlarla Türklerin mukadderatını ilgilendiriyor. Adada ayrı ayrı mı yaşayacaklar, yoksa yetkiyi paylaşıp, kardeş kardeş bir arada geçinecekler mi?.. İşte bunu belirlemeye çalışıyorlar.
Dışarıdan görünen bu!..
Ama aslında, konu hiç de bu kadar basit değil. Bu aysbergin deniz seviyesinin altında kalan kısmı öyle derinde ki, ucunun nereye dokunduğunu bir bakışta kestirmek mümkün değil…
Kıbrıs’taki problem, bir ada üzerinde yaşayan iki ayrı milletin beraber yaşayabilmelerini sağlamaktan ibaret değil.. Türkiye ile Yunanistan’ın siyasi üstünlüklerini sergiledikleri bir satranç tahtası da değil yalnızca.. O, Asya ile Avrupa (İslam Türkle, Hıristiyan Batı)’nın karşılıklı hakimiyet kavgasının temerküz ettiği odaktır. Bu iki yaşlı kıtanın hakimiyet kavgasına, üçüncü bir kıtanın karışması da işin boyutlarını göstermektedir.
***
Asırlar boyunca Avrupa’yı, Asya’ya karşı korumuş iki tabii engel mevcut olmuştur. Bunlardan biri Urallar, diğeri Marmara boğazları.. Bu iki doğal engel, tamamen olmasa bile, Asya’dan kopan her selin Avrupa’yı basmasına mani olmuş; Avrupa Toplulukları’nı Asya cengaverlerine karşı korumuştur.
Hıristiyanlığın, Roma topraklarında yayılmasıyla, bu tabii engellere bir de manevi kalkan eklendi: Ortodoksluk!
Hıristiyanlık, bugün Avrupa ile özdeşleşmiş de olsa, aslında tıpkı Yahudilik ve İslamiyet gibi Doğulu bir dindir. Kudüs civarında zuhur eden bu din, ortaya çıkışındaki harikuladeliklere rağmen, çıktığı zeminde tutunamamıştır. Hz. İsa’dan sonra havariler, hızla ortaya çıktıkları bölgeyi terk ederek, Şam, Antakya ve oradan da Anadolu’nun Akdeniz sahillerindeki şehirlerine yayıldılar. Dini buralardaki halklara anlatmaya başladılar. Bu çileli insanların yürüttüğü illegal faaliyetler sayesinde öyle bir dinî yapı oluştu ki, Putperest Roma’nın, ona nüfuz etmesi mümkün olmadı. Sonunda Roma, “siyasetten” de olsa bu dini resmen tanıdı.
Avrupa ile Asya’nın kavuşma noktasında yoğunlaşan ve daima bir tarafıyla illegal kalan bu dinî yapı, daha sonra Roma’nın parçalanmasına sebep oldu. Batı Roma, dine karşı nispeten “lakayt” olan anlayışını sürdürürken, Doğu Roma, Grek milliyetçiliğiyle özdeşleşmiş bir Hıristiyanlık anlayışını kendisine esas aldı. Hristo-Grek bir devlet ortaya çıktı:
Bizans!
Bizans, Doğu’ya göre Batı, Batı’ya göre Doğu idi. Felsefesiyle şarklı –Çünkü Hz. İsa bir Ortadoğuludur- devlet yapısıyla Grek, yani Batılı idi.
Başkenti İstanbul olan bu devlet, teokratik bir monarşiydi. Din, hayatın her noktasına kadar nüfuz etmişti. Doğu’dan da Batı’dan da izler taşıyan bu yeni yaşayış biçiminin adı Ortodoksluktu.
Avrupa, Grek milliyetçiliğinin dini karakter kazanmış biçiminden ibaret olan Ortodoksluğun, kendisi için ne kadar önemli bir kalkan olduğunu hemen kavradı. Nitekim, Doğu’dan gelen bütün akınlara karşı onu maharetle kullandı. İran, bu kalkanı delecek bir fikir akımı oluşturamadığı için, Avrupa kıtasına geçmedi, geçtiyse de tutunamadı. Bu manevi kalkanı delecek tek şey yine manevi bir kılıçtı…
***
Türkler, evet ancak Türkler’dir ki, diğer dinlere bir anti tez olarak gelen İslamiyet kılıcıyla Ortodoksluk perdesini yırtıp ötesine geçebildiler. Osmanlı, Bizansı, yani Ortodoks dünyasını alt etmeden Avrupa’nın, içlerine ilerleyemediler. O perde kalkar kalkmaz Türkler, kendilerini Avrupa’nın iç kalesi olan Viyana’nın önünde buldular.
Osmanlı Ortodoksluğu, dört yüz yıl kadar Avrupa’ya karşı kullandı. Ancak siyasi istikamet bozulup da güç yeniden Avrupa’ya geçince, Osmanlı’ya karşı harekete geçirilen, ilk güç de Ortodoksluk oldu. Bu, Osmanlı’nın yıkılışına kadar sürdü ve Batı, Ortodoks kalkanını yeniden oluşturdu, Kıbrıs, şu anda bu kalkanın en zayıf noktasıdır. Ayasofya’nın kilit altında bulundurulması, bu semboller dünyasının şifresidir. Bu şifre çözülmedikçe güç Batı’dadır ve Batı’ya yürüyüşümüz sonuçsuz kalacaktır… Nitekim AT yolunda önümüze çıkan en sağlam engeller hep Ortodoks dünyanın meseleleri olmuştur.
Sonuç olarak; eğer Kıbrıs’ta Ortodoks dünyasının istediği anlamda bir çözüm gerçekleşirse, Batı ile entegrasyonumuz başka bir bahara kalacağı gibi, mevcut yerimiz de tehlikeye girer. Kısacası, Türkiye’nin Kıbrıs meselesine, ‘Ada’daki iki toplumun problemi’ gibi yaklaşması, fevkalade tehlikelidir. Meseleye, ‘Kızılelma’ya varmamızı engelleyen mani’ olarak bakılmalı.
Aksi takdirde, külliyen kaybeden, Türk ve İslam dünyası olur. Kültürel anlamda Doğu’yu istila eden Batı’nın, siyasi anlamda da Doğu’ya yürümeyeceğini kimse garanti edemez.