Dünkü yazımızda Bediuzzaman’ın şanssız bir dâvâ adamı olduğunu yazmıştık. Ankara’nın dünkü manzaraları da bunun örneğidir…
Bir dâvâ adamının en büyük sermayesi, kendisinden sonra fikirlerini neşredecek çaplı öğrenciler yetiştirmesidir…
İsa, “Allah yolunda kim bana yardım edecek” dedi. Havariler “Biz Allah yolunun yardımcılarıyız” dediler (Ali İmran, 52).
***
Kur’ân, bu ayetle her dâva adamının yardımcılara ihtiyacı olduğunu net olarak vurguluyor… Keza, Hz. Musa’ya Cenab-ı Hak, Tuva Vadisi’nde hitap edip onu Peygamber olarak gönderdiğini bildirdiğinde, Hz. Musa’nın dizinin bağları çözüldü. Tek başına bu büyük sorumluluğun altından kalkamayacağını itiraf edip, Allah’tan kardeşi Harun’u kendisine yardımcı yapmasını diledi.
Keza Hz. Peygamber, Ya Rabbi bu dini, iki Ömer’den biriyle destekle diye niyaz etti, ve Hattab’ın oğlu Ömer, İslâmiyet’le şereflendi…
Ama, ilahi takdir icabı kendilerine yardımcı bulamamış peygamberler, ilahi mesajı halklarına aktarmada büyük sıkıntılara düştüler, başarısız kaldılar ve sonunda da kendi ümmetlerinin helak olmasına sebep oldular…
Demek ki, bir dâvâ ne kadar büyük ve kutsal olursa olsun, o dâvâyı, o öğretiyi, asıl kaynağından alıp daha sonraki nesillere aktaracak yardımcılar gelmemişse sönüp gitmeye, tahrif olmaya mahkûmdur…
Nu’man İbnî Sabit’i, İmam Azam yapan talebeleri İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’dir. Keza onun fetvalarını bir mezhep sistematiği haline getiren de İmam Şeybani’dir…
***
Evet, bir nebinin, bir tebliğcinin, bir mürşidin, bir müceddidin, bir dâvâ adamının, bir şeyhin, dininin, şeriatının, irşadının, ahkamının, fikrinin ve tarikatının yaşaması için, bıraktıkları eseri, fikri, dâvâyı, meşrebi, mesleği kendi malı gibi sahiplenip, onu fikren ve zikren kendisinden önceki nesle göre daha geniş ufuk ve imkânlara sahip sonrakilere aktarması gerekir…
Bediuzzaman, işte bu açıdan maalesef oldukça şanssızdır.
Kendisine ve dâvâsına samimi taraftar bulmuştur. Hatta, Denizli Hapishanesi’ndeki talebeleriyle uzun süre uğraşan bir Nakşi Şeyhi’nin sadece bir öğrencisini kendisine meylettirebildiğini anlatan Bediuzzaman, kendi saliklerinin samimiyetiyle övünür. (Kastamonu Lahikası, ilk baskı, 52)
Ancak, onun eserlerinden hareket ederek yeni ufuklar çizecek, onlardan çağa uygun yeni anlayışlar ortaya koyacak, halefleri olmamıştır.
Bugün Risale-i Nur cemaati, ismini burda saymak istemediğim en az 7 gruba ayrılmış durumdalar. Bunlar esasta bir olup meşrepte ayrılsalar yine gam yemeyeceğim. Hayır, nerde ise birbirinden zıt versiyonlardan okuyorlarmış gibi bir intiba bırakıyorlar.
Bediuzzaman, Urfa’da ölmeden bir-iki saat önce talebelerini yanına çağırıp üç vasiyetini yazdırır. Bunlardan biri de Risale-i Nur’un kimsenin malı olmadığı, ona perde olunmaması, gerektiği, Nur’un kendi fütuhatını kendisinin yapacağı şeklindedir.
Bu tıpkı, Fatih’in, Ayasofya’yı camiye dönüştürüp vakfiyenamesine de bu mabedi camiden çevirip başka maksatla kullanacaklara Allah ve melekleri lanet etsin ibaresini yerleştirmesine benziyor. Fatih gibi o da neticeyi biliyordu. İkazını yaptı ama kadere rıza göstermekten de vazgeçmedi.
***
Yukarıda Hz. İsa ile havarileri anlatmıştık. Evet Hz. İsa’nın samimi havarileri vardı. Ama o, onlar hakkında endişedeydi ve dinin onlar eliyle bozulacağını biliyordu…
Nitekim Hz. İsa’dan sonra her havari kendi elindeki metnin en sahih İncil olduğunu savundu. Hz. İsa’dan 250-300 yıl sonra ortada 400 küsur birbirinden farklı İncil dolaşıyordu. Sonunda İznik’te 325 yılında toplanan konsil, İnciller’in sayısını 4’le sınırladı.
***
Geçenlerde Kanal 7’de izlediğim bir program, içime bu korkuyu düşürdü. Bende, ortalıkta en az üç çeşit Risale-i Nur bulunduğu intibaı uyandı. Üç versiyon üç ayrı kitap…
Birilerinin yayınladığı Risale-i Nurlar’a, diğeri şüphe ile bakıyor… Diğerinin yayınladığına da beriki şaibe ile bakıyor. Böyle olunca bizim gibiler de her ikisine şüphe ile bakar…
Burdaki temel felsefe, tarafgirlik ve menfaattir… Med-Zehra’cılar, Türkler’e kaptırdıkları(!) Bediuzzaman Said Nursi’yi, Said-i Kürdi yapma peşindeler.
Başka bir grup, devlete ve millete duyduğu gayzla, Bediuzzaman’ı da kendi hempası yapmak, devlet düşmanı gibi göstermek için, onun kendi kalemiyle yaptığı tashihleri reddedip, Risale-i Nur’un tahrif edildiğini iddia ediyor.
Bendeniz, 1973 yılından beri risaleler ile haşır neşirim. Basılı bütün kitaplarını, -bazılarını üç, beş kere olmak kaydıyla- okudum. Ne onun Türkçülüğü’ne dair bir kayıt gördüm, ne Kürtçülüğü’ne…
O her zeminde ve her döneminde, bir müceddid, bir neo-kelamcı ve bir İslâm milliyetçisi gibi karşıma çıktı. Türk milletine duyduğu derin muhabbet de, bu milletin, İslâm’ın yeniden dirilişinde oynayacağı büyük rolden dolayıdır…
O, İslâm için ümitvardır. Bunu da Türk milletinden bekler ve o yüzden onun aslında müttehem olan devletine, toprağına, bütünlüğüne, bir Türkçüden, bir devletçiden daha ziyade sahip çıkar…
Ama ne yazık ki, onun gerçek dâvâsını, onun felsefesini zedelemeden aktaracak bir insan yetişmedi… Ve ne yazık ki, en has talebeleri bile, Şerif Mardin kadar onun dâvâsına hizmet edebilmiş değiller…
Güya onu aktardılar, güya onun dâvâsına sahip çıktılar…
Hayır, hayır… Bugüne kadar herkes, onun sözlerini ve iddialarını, reçetelerini, kendi iddialarına mesned yaptılar. Kimse Risale-i Nur’u göstermedi, herkes onu kendi iddiasına malzeme yaptı.
Va esefa, va esefa!..