22-23 Ekim tarihlerinde kaleme aldığım “Şanssız bir dâvâ adamı; Bediuzzaman” başlıklı yazımız, ya gerçekten maksadı aşmış olacak veya dostlarımız, gereğinden fazla hassas oldukları için, çok yankı uyandırdı…
Bize telefonla ulaşan bazı insanlar, “Allah razı olsun, bu tenkid yapılmalıydı, geç bile kalındı” demiş olmasına rağmen, benim şahsen büyük ehemmiyet atfettiğim ve değer verdiğim bazı insanlar, satılarımın yer yer maksadı aştığını söyleyince içime bir uhrevi telâş düştü…
Uyuyamadım… “Keşke birileri de bana eleştiriler yöneltse de kalbimi teskin etsem” diye düşünüyordum. Ve çok şükür o eleştiri, beni eleştireceği en son aklıma gelecek bir ağabeyimden geldi; Yavuz Bahadıroğlu’ndan…
Risale-i Nur’un bu beliğ, velud, coşkulu, cesur, yüreği hizmet aşkıyla taşan bahadır evladının benim yazımı eleştirmesi açık söyleyeyim bana gizli bir haz verdi…
Ben onu çok eskilerden beri tanır, sever ve gıpta ile izlerdim. Yan yana bulunduğumuz, iç içe yaşadığımız zamanlarda bile, yüreğimde ona ayırdığım yer o kadar yüce idi ki -şimdi de hiçbir değişiklik yok, üstelik ziyadesi var- ona yaklaşmayı imkânsız gibi görüyordum…
Bugün dahi, onu minnetle, hayırla ve saygıyla selamlıyorum. Umuyorum ki, sa’yi bu dâvânın gerçek sahibi tarafından da makbul olur inşallah.
Bendeniz, bütün kalbimle onun benimle kıyaslanmayacak kadar nurcu, Müslüman ve hizmet sevdalısı olduğunu burada peşinen kabul ederim.
***
Ancaaak, görüyorum ki, bazı üslûp hataları yapmışlar. Yani bende eleştirdiği şeylerin aynısını kendileri de tekrarlamışlar. Bendenizi insafa davet ederlerken, hangi hakla olduğunu tesbit edemediğim bir tavır ile beni cemaatin dışına atmışlar…
Yavuz ağabeyimin “Tenkitte ölçü” yazısını okuyunca, yazdıklarımı bir kere daha gözden geçirdim.
Üç günlük yazıda hakkı geçmiş olabilecek iki isim zikretmişim. Biri Kutlular ağabeyimiz, diğeri Mustafa kardeş dediğim Mustafa Kaplan.
Bu insanların helalliğini almak için gerekirse kapılarına otururum. Ve yaparım da…
Bunun dışındaki tenkidatımın hemen hepsi müsbet. Çünkü bendenizin yaptığı tenkid, isimlere ve şahıslara değil, fiil ve sıfatlara yöneliktir. Söz gelimi, hırsızı değil, hırsızlığı tenkid ettim, muhterisi değil, ihtirası eleştirdim. Bu da dinen meşrûdur.
Dostlarıma sırtınızda akrep var dedimse; Eee canım senin de sırtında akrep var demek hiç de sağlıklı bir yaklaşım olmaz. Velev ki benim de sırtımda akrep olsun…
Dolayısıyla Bahadıroğlu ağabeyimiz bizi insafa davet ederken kendileri dahi yer yer insafsızlığa düşmüşler.
“İyi niyetimden şüphede olmadığını” söylüyor. Bu şehadetini Rabbim’e arzederim. Çünkü onu ve onunla birlikte bu dâvâya hizmet verenleri, ‘Rabbin huzurunda şehadetleri makbul’ insanlardan sayıyorum.
***
Eğer söylediklerim ve şu söyleyeceklerim kale alınmazsa, bu dâvâ adına, düne kadar yapılan hataların yarın da devam edeceğine üzülerek inanmak zorunda kalacağım. Çünkü Risale-i Nur kimsenin malı değildir. Daha doğrusu ümmetin, malıdır.
Evet bizim fikirlerimiz kendilerinki kadar makes bulmadı. Ama bu bizim de fikrimizi söylememize mani değil ki!
Elbette her dönemde Nur’a birilerinin sahip çıkması mukadderdir. Kur’ân, nasıl ki, bütün ümmetin koruması altında ise Risale-i Nur da öylece ümmetin korumasına mazhar olmuştur…
Dolayısıyla birilerinin çıkıp, onu sahiplenmesi, ben olmazsam olmaz veya ben ve diğerleri yaklaşımıyla meseleye bakması -ki bizi bölük pörçük eden bu yaklaşımdır- Risale-i Nur’un ruhunu zedeler.
Evet, Yavuz ağabeyimizin tesbitine göre;
1- Bendeniz, “Kendimi kurallarıyla bağlı saymadığım bir camiayı” eleştiriyormuşum. Vallahi akibetimden endişeliyim. Ama aynı zamanda ümitvarım ki, üstadın o muazzam şefkat ve merhamet kanatları benim gibi bir kemteri de içine alacak kadar geniştir. Onun geniş bahçesinde bana da bir gölgelik verilir.
Ve dahi, ben onun himmetini ummaktan müstağni değilim… Sadece onun mu? Hayır. Ona bir saat hizmet etmiş, dersinde bulunmuş her bir öğrencisinin himmetine, duasına muhtacım ve umuyorum ki, ben de onlarlayım…
Siz hangi insaf ve hakla bendenizi bunların dışına atarsınız ve “Ben sîzdenim” dediğim halde “Hayır sen bizden değilsin, çünkü kurallarımıza uymuyorsun” diyebiliyorsunuz.
Benim bildiğim cemaat kuralları bizatihi Risale-i Nur’da mündemiçdir. Bunun dışındaki kurallar örfidir ve bağlayıcı olmaz…
2- Tenkid ederken hiçbir kural tanımadığımız, insaf ölçülerini aştığımız belirtiliyor ve ekleniyor: “Ne gam efendim; nasılsa sırtınızda yumurta küfesi yok.”
Fesübhanellah! Yahu ağabeyim, zaten bizi bölük pörçük eden şu yaklaşım değil mi? Yani “Küfeyi ben taşıyorum, yumurtayı sen yiyorsun” yaklaşımı. Eğer öyleyse “Elhamdülillah” deyin, Allah sizi himmetlendirmiş.
Sizin hizmetleriniz de zaman zaman küfeyi yalnız kendilerinin taşıdığını sananlar tarafından eleştirilmedi mi?
Yani sadece siz mi yumurta küfesini taşıyorsunuz? Farzedin ki, küfeyi sadece siz taşıdınız. Ama bir yığın da devrilen küfeler var. Biri çıkıp bu küfelerin niçin devrildiğini söylemeye çalışıyorsa onu kınamak mı gerekir…
Elbette benim sizinkiler yanında bahsi geçecek hizmetim yoktur. Bu bir kabiliyet ve nasip meselesi. Sizin 50 kitabınız var, benim bir broşürüm bile yok. Dolayısıyla da size karşı sadece şükrane hakkım var.
Ama Karadenizliliğin getirdiği iğneleyicilik ve romancılık hamasetiyle cerbezeye kaçmak, işi biraz edebiyat sahasına çekmek müsbet eleştiri ile bağdaşmıyor sanırım.
Burada biraz cerbeze yapmışsınız. O ise ihtilafı artırır. Üstad, “Sebeb-i ihtilaf, hâkim-i zalim olan cerbezedir” diyor.
Yarın devam edeceğiz inşallah!