Evren’in kendi kuralları vardır. Kur’an literatüründe buna “Adetullah” denir.
Toplumun da kendi iç kuralları vardır; bunlar da “sünetullah”tır.
Ateşin yakıcılık özelliği kadar tabii ve her daim geçirlidirler…
Bu kurallara sıkı sıkıya riayet eden kafir de olsa, mümin de olsa, onun müsbet sonuçlarından istifade eder.
Her kuralın bir de bam teli vardır, daha doğrusu istisnası.
Beşer bu istisna alanları yakalayarak, onlardan hasıl olan kudretleri kendisine hizmet ettirir. Suyun ve havanın taşıması, ateşin yakmaması gibi…
Bunlar tamamen ilahi nimetlerdir…
Ama geçerli kural, ateşin yakması, suyun üstündeki şeyin batması havadakinin düşmesi gibi…
İnsanlar sınırı aşmadıkça, Allah kendi kurallarını bozmaz… Ve kendisini değiştirmek istemeyen hiç bir şeyi de değiştirmez…
Ve yine Allah her şeyi bir hesap ve ölçü çerçevesinde yaratmıştır. Ve sonra onu belli eşikler çerçevesinde insanın istifadesine sunmuştur. Bu eşiklere de kendi ilahi lisanıyla “hudud” adını vermiştir…
Ve insanları bu hudutları aşmamaları konusunda uyarmıştır…
Söz gelimi insan kulağına konulan eşik saniyede 16 ve 325 titreşimli seslerdir. İnsan kulağı bu titreşimlerin altındaki ve üstündeki sesleri almaz…
Oysa bu eşiklerin üstünde ve altında da titreşimler vardır… İnsanın vasıtasız olarak bu eşikleri zorladığını farzedin. O zaman bütün radyo dalgaları ve kainatta mevcut sayısız sesler sizin beyninize doluşur ve hiç bir iş yapamaz olursunuz…
İşte Cenab‑ı Hak, kendi yarattığı kulunun rahat ve huzurlu yaşaması ve yaşadığından zevk alması için ona bazı sınırlar koymuştur. “Eğer rahat istiyorsanız bunları aşmayın” demiştir.
Fakat insan meraklı ve haddini aşıcı olduğu için bu sınırları sürekli zorlar. Her zorlayışta da huzurunu biraz daha bozar…
Mesela maddenin en küçük parçasını alalım. Bu bir sınırdır. Ama insan oğlu merak edip onu parçalayınca, kontrol etmekte aciz kaldığı bir enerji ile yüz yüze geldi… Elbette herşeyin bir rahmet bir de bela yüzü vardır.
Merak ta ezelden beri insanlığın hem muallimi olmuş hem başbelası.
Adem ile Havva’yı cennetten kovduran sır da meraktır. Yasaklı meyvanın tadını merak ettiler ve sonunda “ayvayı” yediler…
Aslında bu, bize, hiç bir uyarının beşer için kafi gelmediğinin bir işaretidir…
* * *
Seksin, daha doğrusu şehevi lezzetin eşiği, nikah dairesinde kadın ile erkeğin doğru yoldan birbirlerinden istifadesidir… İnsan bu noktada da fantezilerinin kurbanı olmuş ve geçmiş asırlarda da kadını bırakıp erkek erkeğe lezzet alma yönüne gitmiştir.
Lut kavmi şehvet eşiklerinin suistimal edilmesinden dolayı helak edilmişlerdir…
Keza Cenab‑ı Hak, ticaretin eşiğini “ticaret helal, faiz haram” diye koymuştur. Kazanmak, mal mülkü sahibi olmak da bir tür şehvettir. Onun sınırlarını beşer zorladığı takdirde sayısız sosyal patlamaların sükun etmesi kaçınılmazdır…
Nitekim bugün insanlar, maddenin sınırını zorlayarak atom bombasını, şehvetin sınırlarını zorlayarak, lezbiyenlik ve homoseksüellik kepazeliğini, mülk edinmenin eşiklerini zorlayarak toplumsal huzursuzluğu başına bela etmiştir…
Cenab‑ı Hak, insanlığın saadeti için koyduğu bu eşikleri zorlayan beşeri, iki türlü tedbirle bundan caydırmaya çalışmıştır.
Bunların biri fıtri, biri semavidir.
Fıtri olan tedbir bizzat eşyanın içinde gizlidir.
Semavi tedbir ise ilahi bela şeklinde tecelli eder. Rab, gönderdiği peygamberler ve kitaplarla kullarını tabii sınırlar içinde kalmaya çağırır. Kul bunu uymayıp da aşırılğı, haddi aşmayı itiyat haline getirirse, Cenab‑ı Hak da onun başına, karşı koyamayacağı musibetler indirir. Hatta yok eder…
Nuh kavmi, Lut kavmi, Eyke kavmi, Firavun kavmi, Ad, Semud, Sebe kavimleri bunlardandır…
Şu medeniyetlerin hikayeleri tedkik edildiğinde, insanların kendi yaptıklarıyla belayı üzerlerine nasıl çektiklerini görürsünüz…
* * *
Onlar, mutlak helak edici belaya çarpılmadan önce sayısız ikazlar aldılar. Her ikazı, “doğal afet” bildiler ve onlara gerekçeler uydurdular…
Mamafih, Hz.Yunus‘un kavmi olan Ninovalıların dışında, hiç bir kavim, ikazları okumayı, afetlerden ibret almayı bilmemiştir…
Malum Hz.Yunus, Ninova peygamberidir. Onları gayrı ahlaki gidişattan, insani ve vicdani körlükten uzaklaştırmaya çalıştıkça, onlar Yz. Yunus ile dalga geçtiler.
Tıpkı bugünkü ifadelerle “gericilk”le, “meczubluk”la “çağdışı”lıkla ve “yobazlık”la toplumsal gerçeklere aykırı davranmakla suçladılar…
O ise feryad ediyordu, “Bu gidişatınız gidişat değil. Buzulüm ve iki yüzlülüklerle başınıza bela çekersiniz” diyordu. Sonunda onu aralarından kovdular… Ve onun haber verdiği belalar görülmeye başladı…
Görülmemiş kuraklıklar, ardından görülmemiş yağmurlar, görülmemiş afetler peşpeşe gelmeye başladı. Ninova halkı toplanıp konuyu görüştü ve Yunus’un haklı olabileceğini düşündü. Onu aramaya koyuldular…
Nitekim, Kur’an‑ı Kerim, başlarına gelecek belayı uzaklaştıran tek kavmin Ninova halkı olduğunu ifade eder…
Malesef günümüzün insanı bu nimetten de mahrum…
* * *
Ellerimizle yaptıklarımız yüzünden, iklimler değişiyor, karalar çölleşiyor, denizler ölüyor, yeryüzünün zenginliğini sağlayan bitki ve hayvan türleri yok oluyor, atmosfer koruyuculuk özelliğini kaybediyor… Daha da kötüsü insanlık insani değerlerini hızla kaybediyor…
Tabii bütün bu değişikliklerin sonucu olarak hergün dünyanın başka bir yerinde felaketler yaşanıyor, sayısız afetler meydana geliyor…
Ama hiç kimse, bu olup bitenlerden ibret çıkarmayı aklına getirmiyor. Tanrı huzurunda günahlarını itiraf edip özür dilemeyi aklına bile getirmiyor…
Bir yerde deprem mi olmuş. Gerekçe hazır:
‑Fay hatları, iç tepkimeler vs.
Bir yerde görülmemiş yağmurlar mı yağdı. Yine gerekçe hazır:
‑İklimler değişti!
Peki bu iklimler niye değişiyor? Bu fay hatları niye zıvanadan çıkıyor? Bu insanlar niye böyle vahşi hayvanlara rahmet okutacak kadar azgınlaşıyor, soran, düşünen, ibret alan yok!
* * *
Efendim İstanbul, görülmemiş bir yaz geçiriyor. Sonbaharlara rahmet okutacak bir yaz!. Seller, su baskınları, felaketler….
Suçlu yine belli!
‑Belediye alt yapıyı hazırlamadı! Şehrin alt yapısı bozuk…
Be güzel adamlar! Allah sebep ile sonucu birlikte halk eder, hiç düşünmez misiniz?
Ne diyor ayet‑i kerimede: “Biz bir yeri helak etmeyi muradettik mi önce oranın ileri gelenlerini sefihleştiririz”
Şimdi bir düşünün, bu istanbulun bu hale gelmesi kimin eseri!
Bu işlerin asıl sorumlusu kendi çıkarlarını, siyasi emellerini, toplumun huzurunun üstünde tutacak kadar sefihleşmiş siyasiler, müteahhitler, mühendisler değil mi?
Koca bir TEM yolu yapılıyor. Yolun örtasında öbek öbek göller oluşuyor.
Bir müteahhit milyon dolarlarla su şebekesi ihalesini alıp boru döşüyor. Hiç bir vicdani endişe taşımadan çalıyor, çırpıyor ve iki yıl içinde çürüyüp gidecek işler yapıyor.
Sonra bir gazete çıkıp bir insanı karalamak için bunu adice diline doluyor. Bu şebekeleri döşeyenlerin, kendilerinin yıllarca pohpohladığı adiler olduğunu hatırlatmıyor…
* * *
Bugün sadece İstanbul değil, bütün şehirlerimiz her türlü belaya açıktır. Biz belanın alt zeminin kendi ellerimizle hazırlamış durumdayız… Bu bir gerçek.
Ancak bir gerçek daha var. Bela hak edene gelir. Ne demiş şair:
“Hiç kuluna zulmeder mi hudası / Kulun çektiği kendi cezası!”
Siz, yağmuru, seli, depremi başıboş mu zannediyorsunuz?
Hayır, hayır aldanıyorsunuz.
Herhangi bir ağacın, herhangi bir yaprağının bile ondan izinsiz düşmediği Alemlerin Rabbi herşeyin dizginini kendi kudret elinde tutuyor.
Seli nereye sevk edeceğini, ne kadar tahrip yaptıracağını bizzat takdir eden O’dur…
Ama hiç kimse bunu bilmek istemiyor. İbret almasını gerekenler, ibret almasını bilmiyor… Beyler, paşalar, ağalar, yaşadığımız her olayda, başımıza gelen her felakette, bizim bir istihkakımız olduğunu düşünelim.
Ve kabul edelim ki ‑kabul etsek de etmesek de böyledir‑ her olayın gerçek faili Cenab‑ı Haktır. Hiç bir bela onun insiyatifi dışında değildir. O ise, belayı ancak hakedenin üzerine gönderir.
Elbette umumi belelarda masumların da canı yanar. Bu da adetullahtır!
Eğer gelen umum belalarda kusursuz olanları cımbızla çeker gibi seçip çıkarsa, aklın ihtiyarı elinden alınmış ve tiklif sırrı bozulmuş olur… O yüzden bu tür belalarda bazan bir cani yüzünden sayısız masumun canı ve malı da heder olur.
Elbette onların ecrini Allah verir. Ama biz Allah’ın her işimizde ortak olduğunu bilmek ve adımlarımızı ona göre atmak zorundayız…
Yani, afetleri okumayı bilmeliyiz… Yoksa daha bir çok televizyon binası, gazete binası, borsa binası sel altında kalır, yangın geçirir, çatlar, patlar…
Allaha karşı tedbir alınmaz beyler. Allah ile savaşılmaz.
Allah adına ortalığa çıkmış gibi görüne bazı safların hareketlerine kızıp Allah’a ve onun gönderdiklerine hakaretler yağdırmak, gadab‑ı ilahiyi cezbeder…
Ben şundan korkuyorum ki, İstanbul, üzerinde yaşayanlar yüzünden daha bir çok belalar uğrayacaktır… Allah korusun!