Azer, putperest Hurrilerin, “yontucu”suydu. Put yapar put satardı… Mesleğiydi o…
Derler ki Azer, İbrahim’in babasıdır. Bazıları buna itiraz eder. “Peygamberlerin geldiği nesil asla puta tapmaz” diyerek, onun İbrahim’in “üvey basası” olduğunu savunur…
Büyük ihtimalle de Azer ile İbrahim arasındaki babalık “kanuni babalık”tır. Yani şu bizim malum vakıftaki çocukların “müteveffa babası” gibi!
Hz. İbrahim, küfrün parayla alınıp satıldığı, putperest hayatın en canlı yaşandığı bir evde yetişti… Üvey babası onu tıpkı kendisi gibi “iyi bir putçu” yapmak istiyordu, onu öyle eğitiyordu…
Fakat murad-ı ilahi farklıydı. İbrahim “put banisi” değil, “put yıkıcısı” olacaktı… İnsanın can evinden vurulması da bu olsa gerek! Takdir buydu.
İbrahim 9 veya 11 yaşındaydı. Ve birgün yıldızlar dikkatini çekti. “Benim rabbim bunlar olmalı” dedi. Çünkü babasının kendi elleriyle yonttuğu taşların onu yaratabileceğine asla ihtimal vermiyordu. Temiz tabiatı bir arayış içindeydi…
Sonra ay doğrdu. “Bu benim rabbim olmalı. Çünkü bu daha büyük ve parlak” diye geçirdi içinden. Ama az sonra onun da yükselip batmaya yöneldiğini görünce mahzun oldu…
Ardından güneşin doğuşunu gördü. Sanki onu ilk defa keşfediyrdu. “Hayır, Rabbim bu olmalı. Bu daha muhteşem ve aydınlık” dedi. Ama o da yerinde durmuyordu. Önce zeval vaktine geldi ve sonra da batıp gitti.
İbrahimi derin bir kaygı sardı. “Geçip gidenleri sevmem. Fani olan Rab olamaz” diye geçirdi içinden. Ve “Ey beni ve evreni yaratan sen kimsin. Bana kendini bildirmezsen ben sapıklık içinde kalacağım” diye dua etti.
İşte o an Alemlerin Rabbi’ni yüreğinde hissetti. Onun sesini duydu. O andan sonra İbrahim bütün putlara ve putçulara meydan savaşı açtı… Münkir yobazlar, ateşin çocukları onu ateşle cezalandırdılar. Ama o yılmadı.
Ve Alemlerin Rabbi ateşi ona güllük gülistanlık bir bahçeye çevirdi… O’nun kudret delilleri hala gözlerinizin önünde durup duruyor…
* * *
Firavun bir rüya gördü. Ve çağırdı kahini. Rüyasını anlattı. Kahin ona, “Beni İsrail’den bir çocuk doğacak. O senin mülkünü yerle bir edecek. Tez tedbir alasın”
Firavun emir verdi. “İsrail oğullarının doğacak bütün erkek çocukları öldürülsün” Ve yetmiş bin erkek çocuk doğar doğmaz katladildi…
Peki Rabbin dileğini yok edebildi mi?
Hayır. Alemlerin Rabbi ona öyle bir oyun oynadı ki, feleği şaştı Firavunun. O Tanrı tanımaz kendini beğenmiş hokkabaza Allah, “Kendi düşmanını kucağında besleyeceksin” diye ferman etmişti.
Musa’nın annesi, yüreği ağzında. Çocuğunu sıkı sıkı göğsüne bastırdı ve Onu bir sepete koyup Nil’e saldı. Ona bunu Allah ilham etmişti…
O sırada Firavun’un karısı ve gözdeleri Nil’de yıkanıyorlardı. Sepet gelip yanlarında durdu. Kısır kraliçe “bir göz aydınlığı” gibi onu bağrına bastı ve Saraya götürdü…
Musa da tıpkı atası İbrahim gibi, küfrün ve inkarın en yoğun yaşandığı odakta serpilmeye başladı… Büyüp kol kanat gerdi. Ve birgün bir kavgaya tanık oldu. Araya girdi. Nifakçıya bir yumruk vurdu ve Firavun ailesinden birini yere serdi.
Ölümün bedeli ölümdü. Musa Mısır’ı terk etti…
Nereye mi yöneldi?
Elbette ki kaderine. Onu bekleyen ihtişamlı kaderine…
Yolu Medyen’e düştü. Şuayb peygamber onu bekliyordu. Ama Musa bundan habersizdi. Bir kuyu başında oturdu. İki genç kız geldi. Hayvanlarını sulayacaklardı. Onların güçlük çektiğini görünce yardım etti.
Kızlar sürüleriyle birlikte gittiler. Musa oturdu ağacın altına ve “Ey Rabbim” dedi, “Şu anda senden gelecek yardıma ne kadar da muhtacım”.
Sonra kızlar çıkıp geldiler. “Babam senin bize yaptığın yardımın ücretini ödemek için seni çağırıyor” dediler…
Şimdi iki Allah dostu karşı karşıya bulunuyorlardı. Biri herşeyin farkında olan bir peygamber, diğeri gelecekte bu vazifeyi yüklenecek bir er!
“Bana sekiz yıl çobanlık yap, kızlarımdan birini sana veriyim” dedi Şuayb (as). Ve Musa “evet” dedi. Böylece, Allah’a giden yola dönülmez şekilde girmişti…
Sonra gün geldi. Musa ailesini beraberine alıp kuzeye yöneldi. Geceydi ve hava soğuktu. Bir ışık gördü. “Belki bir rehber bulurum yahut bir parça ateş getiririm de ısınırız” ışığa yöneldi.
Burası Mukaddes Tuva vadisiydi. Cayır cayır yanan ağaca ürkerek yaklaştı. Ve sonra kendinden geçti:
“-Ey Musa. Ben senin Rabbinim. Çıkar ayakkabılarını. Çünkü sen Mukaddes Tuva vadisindesin. Sana iki mucize vereceğim. Deyneğin ve lamba gibi yanan elin. Git onlarla firavun’u doğru yola çağır!”
Musa haşyet içinde eğildi. “Kardeşimi yardımcı ver” dedi. Ve büyüdüğü Mısır’a yöneldi.
Sonra dikildi “En büyük rabbiniz benim” diyen soytarının karşısına. Musa onu Alemlerin Rabbi’sine iteate çağırdı. O ise “Alemlerin Rabbi de kimmiş” dedi.
Tıpkı “Allahu Teala sizin Allahu Tealanız. Benim Allahu Tealam yok” diyen Nesin gibi…
Ve mücadele mücadele! Firavun pes etti. “Al halkını, git” dedi Musa’ya. Musa yola koyuldu. Amacı ise onu yolda halkıyla birlikte imha etmekti.
Nihayet Kızıl deniz kıyısında onu arkadan sardı. deniz açıldı ve Musa karşı kıyıya geçti. Firavun da daldı denize. Ve iki yaka birleşi verdi. Ordusuyla birlikte denize gark oldu. Tam o an gerçeği gördü:
-İşte şimdi inandım Musa’nın Rabbine, dedi. Ama artık geçti. Bu itiraf, sadece onun kuru cesedinin kıyamete kadar bırakılmasına yetti…
* * *
Allah dilerse Firavunların otağında Musa’yı, putperstelerin atölyesinde İbrahimi var eder… Onun kudreti sonsuzdur. Hiç bir zıpırlık, hiç bir isyan ve küstühlık onun izzetine zarar ve noksan vermez.
O yüzden de kendi kudretiyle var ettiği kuluna, kendi varlığını inkar edebilme serbestliği bile tanımış. Bu serbestliği kötüye kullanacak Turan Dursunların, Aziz Nesinlerin varlığını bile bile…
Geçenlerde bir gazetede, Nesin Vakfı’na yönelik bir yazı gördüm. Burada dinsiz haşarelerin yetiştirilmek istendiğine dikkat çekerek, vakfın çalışmalarının incelenmesini istiyordu…
Birden bire kalbime geldi ki, orada ibrahimler var, musalar var. İnsanın vicdanına ipotek koymak mümkün mü.
Ben umuyor ve bekliyorum ki, Aziz Nesin gibi çocukları çok seven, dobra dobra, inandığını çekinmeden söyleyen -ki bunlar güzel vasıflardır- birileri, orada aldıkları bu vasıflarla sümbüllenip boy salar. Ve küfrün, ikiyüzlülüğün belini kırar…
Azer’in Evi’nde -Azer, ateş demektir ve Nesin Vakfı da işleviyle bir tür ateş evidir-, yani ateş yurdunda, İbrahim gibi nur sütunları var eden, tanrı tanımaz Firavun sarayında, Peygamber Musa’yı büyüten Allah, birbaşka tanrı tanımazın vakfında da bir bakarsınız “Tağut Yıkıcıları” halk eder…
Niye olmasın ki!