Vah vah vah vah vaaaah! Yandık, bittik kül olduk… Gördünüz mü bakanın yaptığını…
Elin şıllığına “fahişe” demiş… Ayıptır ayıp. Yani şimdi sayın bakan sizin de yaptığınız iş mi?
Tam da Avrupa’nın, bizi gümrük birliğine alacağı(!) bir sırada tutup namusları kendilerinden menkul hutanlara fahişe denir mi? Hiç size yakıştıramadım…
Lezbiyen, firijit, trans paran, heteroseksüel falan diyemediniz mi?
Niye daha şık, daha çağdaş bir ifade değil de böyle banal, yakışıksız, şarklı bir kelime kullandınız…
Fahişe!
Hiç olur mu, hiç yakıştı mı. Bu kadar da tahsil görmüşsünüz?
Hem kuzum bu fahişeliğe niye bu kadar taktınız anlayamıyorum. Fahişelerin de bir onuru vardır. Siz anlaşılan medeni hukuku da okumamışsınız.
‑Hiç fahişeye fahişe denir mi?
Ne yapıyor fahişe? Kamuya hizmet etmekten daha şerefli ne olabilir efendim?…
Olmaz, ayıptır, günahtır, vebaldir.
Bir de siz inançlı olacaksınız. Bunların hepsinin ceremesini ruz‑i mahşerde size sorarlar.
Politikanın, sanatın, hayatın, tebessümün, ticari ve ekonomik ilişkilerin fahişeleştiği bir zamanda şeyini satıp para kazanan ve başkaca hiç kimseye zararı dokunmayan zavallı insanlara neden hakaret edersiniz yahu!
Bak nasıl da şerefli(!) insanlara rezil oldunuz! Nasıl yaptınız bunu be hemşerim!
İnsan biraz diline hakim olur!
İlla da doğruyu söyleyeceğim diye böyle başınızaa iş açmak olur mu?
Yaaa gördünüz, her doğru her yerde söylenmezmiş!…
* * *
Hani vaktiyle bir kıral varmış. Kralın da bir kahini.
Kahin, yıldızlardan aldığı işaretle, bir yağmur yağacağını, bu yağmurun suyundan içen herkesin kafayı oynatacağın anlamış ve durumu kralına arz etmiş…
Kral karar vermiş. Büyük bir sarnıç yaptırmış ve temiz su ile doldurtmuş.
Derken beklenen yağmur yağmış. Yağmur suları mevcut sulara karışıp da insanlar ondan içmeye başlayınca, çıldırmaya başlamışlar… Anlayacağın bütün şehir halkı tırlatmış…
Tırlatmaya tırlatmışlar ama bilcümle alem aynı ahval üzere olduğu için kendilerindeki değişikliğin farkına varamamışlar… Ama bir şeyi görmüşler: Kral ile kahinin hareketleri kendilerinkine hiç benzemiyor!
Düşünmüş taşınmışlar ve kralın delirdiğine karar vermişler…
Eh deli kralı başta tutmanın anlamı olmadığını göre devlet erkanı toplanmıp karar vermiş:
Kralı tahttan indirelim!
Kral işin farkına varmış. Tahtının elinden gideceğini anlayınca yağmur suyundan içmeye karar vermiş… Böylece deli hükmü yemekten kurtulmuş…
Şimdi ben korkuyorum ki siz de o kral gibi mevcut sudan içeceksiniz…
Başka çareniz de yok! Kendi dilinizle başınıza iş açtınız…
* * *
Buraya kadar biraz tii geçtik.
Cibiliyetlerin fahişeleştiği ortamlarda kalkıp ahlak dersi verecek kadar aklımızı yemedik… Ama bir iki dakikalığına aklım başıma gelmişken Sayın Bakana bir iki söz söyleyeceğim:
Bu size Almlah’ın bir cezasıdır.
Çünkü, isimleri dava adamına çıkmış insanların hayatlarının her döneminde o davanın ağırlık ve sorumluluğunu taşımaları gerekir…
Bir mansıp için, bir koltuk için inançlarına ters düşen fikirlere, insanlara kayıtsız bir iteat sergilemek, böyle ayıplı hallere düşürür insanı…
Neyse, sizi kınamanın moda olduğu şu günlerde sizi daha fazla kınayacak değilim. Bediuzzaman’ın dediği gibi Antranik ile başı dertte iken Enver paşaya tokat vurmam. Vurursam Antranik‘in yanında yer almış olurum. Bunu da yapmam!
* * *
Bakın sizin bu hatanız, hemence, kimin kimin safında olduğunu, kimin kimden yana olduğunu hemen de ortaya çıkarıverdi…
Meğer ne yapmışsınız.
Avrupa bizi kabul etmek için can atıyormuş da bu ayıbınız yüzünden bizi almamaya karar vermişlermiş…
Elbette “ahmak oğlu ahmaklar, ben bu sözü dün söyledim. 1958 yılından beri yüzünüze bile tükürmemelerinin sebi de mi ben miyim” diyemiyorsunuz.
Keşke bu kadar yürekli olsaydınız da, “Evet bu sözü söylememeliydim. Ayıp oldu, bu kadıncıkların şahsından özür dilerim. Ama bunu bahane edip Türkiye’nin gümrük birliğine alınmayacağını söyleyen Batının ta içine tüküreyim. Ve dahi, Batı’dan ziyade batıcılık yapan medya soytarılarının…” diyebilseydiniz…
Bir Allah’ın kulu çıkıp da demiyor ki, bu Batı, bizi 1958 yılından bu yana kandırıyor. Bizi zaten alacakları yok. Bu tür şeyleri bahane ediyorlar…
Diyemezler. çünkü kendileri de en az onlar kadar murdar ve fahişe tabiatlıdırlar…
Bütün zerreleri; habaset, inkar ve ihanetten müteşekkil, temelleri; murdarlık ve aşağılık kompleksi üzerine kurulmuş bir yapının çatısından ne hayır umarsınız. Meyvesinden ne beklersiniz…
* * *
İşin özüne gelince…
Sayın bakan, yaptığınızı asla tasvip etmiyorum. Bir siyaset adamı, aklı başında bir politikacı kendisini kaybetmez, ne söylediğini bilmemezlik etmez, edemez!
Kahvehane köşelerinde ayran köpürdetmenin, bol keseden atmanın, geyik muhabbeti yapmanın böyle bedelleri de vardır işte!
Ama madem ki siz şu anda, her fırsatta bana düşmanlık yapmayı itiyat haline getirmiş ihanet şebekesiyle karşı karşıyasınız, ben de tokadımı size atmayacağım…
Onlar sizin hasmınız oldukça ben sizin dostunuz olacağım… Çünkü düşmanının hilesini sezmeyenler, kırmızı öküzün durumuna düşerler…
Hani bir çayırda otlanan üç öküz varmış. Biri alaca, biri bulaca, biri kırmızı…
Birgün bir kurt çıkmış karşılarına. Kurt bakmış ki üçüyle baş etmesi mümkün değil, öküzleri birbirine düşürmeye karar vermiş…
Ve dost kisvesi bürünerek kırmızı öküze yaklaşmış:
“Bak ahbap” demiş, “ben sizi ta dağın tepesinden görüp geldim. Niye biliyor musun. Şu alaca öküz var ya. Bayrak gibi duruyor da ondan… Ondan kurtulun, daha sizi kimse fark etmez…”
Kırmızı öküz inanmış. Bulaca öküzle bir olup Alaca öküzü kurdun pençesine atmışlar…
Aradan bir süre geçmiş. Kurt yine belirivermiş. Kırmızı öküze:
‑Bak ahbap, seni uzaktan fark etmek çok zor. Ama şu bulaca öküz yok mu. Alimallah bayrak gibi. Ta uzaktan onu görmemek mümkün değil. Sen ondan ayrıl. Böylece eminiyette olursun…
Ve kırmızı öküz bulaca öküzü de feda etmiş…
Derken birgün kurt yeniden karşısına dikilmiiiiş:
‑Gel bakalıp ahbaaap. Şimdi sıra sende!
Kırmızı öküz eski işbirliğini hatırlatıp, “Yahu biz dostuz, seninle iyi arkadaşlığımız oldu. Bunu bana nasıl yaparsın!” demiş “geç bunları” demiş, “Şimdi sıra sende. Sen bu akibeti, Alaca öküzü bana teslim ettiğin zaman hak etmiştin. Kurtuluş yok… Seni yiyeceğim.”
* * *
İşte beni kahreden hep bu olmuştur.
Ne zaman batılı biri bizden birini kınayacak olsa, bizim kırmızı öküzler onlarla hemen işbirliğine giriyorlar…
Ve tabii ki, hep Türkiye kaybediyor. Sonunda sıra kırmızı öküze gelecek. Yani Anadolu’nun paylaşımına…
Eh ne diyelim! Allah bir toplumu helak edeceği zaman, sefih ve ahmak insanları onlara rehber edermiş…
İşte bizim medyamız, işte bizim yazar çizerimiz! Kader ne yapsın, dua ne etsin!.
Mete Buluthan