Gazeteci, yazar, mütefekkir Mehmet Ali Bulut ile basın, medya, gazetecilik, irtica, medeniyetimizden kaybolup giden temel değerler, kitapları ve tıbb-ı Nebevî çalışmaları üzerine hasbıhal ettik. Dört bölüm halinde yayınlayacağımız mülakatın ilk bölümünün gündeminde medya var.
Üstad bulut ile geçtiğimiz nisan ayında bir mülakat için sözleşmiştik. Vakt-i merhunu gelmiş olmalı ki sohbetimizi sizlere ulaştırmaya muvaffak kılındık. Önce, Üstad’ın biyografisine göz atalım…
1954’te Gaziantep’in İslâhiye ilçesinin Kerküt köyünde dünyaya geldi. İlkokulu burada tamamladı. Gaziantep İmam Hatip Lisesi’ni ve ardından Gaziantep Lisesi’ni bitirdi. 1978 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap ve Fars Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nden mezun oldu. Aynı fakültenin tarih bölümünde doktora tezi hazırlamaya başladı. 1979 yılında Tercüman gazetesine girerek mezkûr gazetenin kütüphanesinin kurulmasında ve kitapların tasnifinde görev aldı. Birçok kitap ve ansiklopedinin yazılmasına ve hazırlanmasına katkıları sebkat etti. Daha sonra Tercüman’ın haber merkezi ve yurt haberlerinde çalışarak Yurt Haberler Müdürü oldu, köşe yazıları kaleme aldı. 1991 yılında haber koordinatörü olarak Ortadoğu gazetesine geçerek bu gazetede beş yıl süreyle köşe yazarlığı yaptı. Mehmet Ali Bulut Bey’in Ortadoğu’dan ayrıldığı sene bu satırların yazarı da salı ve perşembe günleri mezkûr mevkutenin edebiyat sanat sayfasını hazırlamıştı.
Medya sektörünün duayen ismi…
Mehmet Ali Bey, Yeni Sayfa ve Önce Vatan gazetelerinde günlük yazılar ve araştırma dosyaları yayınladı. 1993 yılında bu kez haber editörü olarak İhlas Haber Ajansı’na girdi. Kısa bir süre sonra ajansın haber müdürlüğüne getirilerek –o dönem itibarıyla- mahalli bir ajans konumundaki İhlas Haber Ajansı, muhatabımızın haber müdürlüğü döneminde Türkiye’nin ve Ortadoğu’nun en büyük görüntülü haber ajansı konumuna yükseldi.
İstanbul, büyük bir deniz, büyük denizde kocaman balıklarla birlikte dev dalgalar da mevcut! Dümene de dalgaya da eyvallahı olmayan Bulut, 1997 yılında İHA’dan ayrılmak zorunda kalınca bir grup arkadaşıyla birlikte bu kez Veri Haber Ajansı’nı tesis etti. Maalesef, marifet iltifat ve sermaye olmayınca kâr etmiyor. Sn. Bulut finansal sıkıntılardan dolayı ajansı kapatmak zorunda kaldı. Bu kez 1999 yılında BRT Televizyonu’na girerek burada haber editörü ve program yapımcısı olarak görevler üstlendi. 2001 yılının mayıs ayında İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin basın danışmanlığına getirilerek üç yıl boyunca bu görevi ifa etti. Bir süre Ali Müfit Gürtuna’nın basın ve siyasi danışmanlığını yaptıktan sonra Turkuaz Hareket’in mantalitesinin oluşturulmasına katkıda bulundu.
Yaklaşık 30 yıl boyunca medya sektöründe haber editörlüğünden genel müdürlüğü kadar muhtelif görevler ifa eden Bulut “bu kadar yeter” diyerek emekli oldu. Sürekli sarı basın kartı hamili Mehmet Ali Bulut’un, Karakter Tahlilleri, Dört Halifenin Hayatı, Geleceğinizi Okuyun, Rüya Tabirleri, Asya’nın Ayak Sesleri, Ansiklopedik İslam Sözlüğü, Türkçe Dualar, Fardipli Sinha, Derviş ve Sinha, Ruhun Deşifresi, Gizemli Sorular, Ahkâmsız Hükümler, Can Boğazdan Çıkar, Sofra Başı Sağlık Sohbetleri, Ey Rabbim Dualarımı Kabul Et, Elfabe, ‘Tanrının Halkı’nın Allah ile Başı Dertte serlevhalı eserleri bulunuyor.
Bu ülkede gazeteci yalnız gazeteci değildir
Böyle bir girişten sonra Mehmet Ali Bulut Bey’e ilk sualimizi tevcih edelim. Üstadım, 30 yıl boyunca Cağaloğlu’nda, nâmıdiğer Bâbıâli’de bulundunuz. Burada neler gördünüz, yaşadınız, hissettiniz?
Zor bir soru. Çünkü bu ülkede gazeteci yalnızca gazeteci değildir. Sadece gazeteci olsaydı iş kolaydı. Dünyanın her yerinde gazetecinin birinci görevi, halkını (veya insanlığı) ilgilendiren bir hadiseyi, içine kendinden bir şeyler katmadan ve korkmadan halka aktarmaktır, ulaştırmaktır. Bu hizmet nebevi bir nimettir. Kutsaldır, dokunulmazdır. Gazeteciye verilen dokunulmazlık hakkı da onun bu kutsal hizmetinden dolayıdır. Muhabir (gazeteci) bir tür, nebi edası ve sorumluluğu ile halkını bilgilendirir. Olan bitenden haberdar kılar.
Fakat Türkiye’de bu böyle değildir. Hiçbir zaman da olmadı. İhtimal ki bundan sonra da olmayacaktır.
Bu durumda ‘bizim’ gazetecimizin gayesi nedir?
Biz gazeteciliği, içerden bir ihtiyaç ile ihdas etmedik. Gazetecilik bize dışardan dayatıldı ve gazeteci özellikle Osmanlılarda hep Batı’nın çıkarlarını içimizde dikte veya ihya etmek için kullanıldı. Tabii önünde sonunda Osmanlı’nın da medya ile tanışması olacaktı. Fakat bu normal bir süreç içinde gerçekleşmedi. Bizim gazetecilerimizin birinci gayesi, halkı aydınlatmak değil, toplumu Abdülhamid belasından (!) kurtarmaktı. Çünkü o zaman, gazetecilerimizin meftun olduğu Batı, onlardan bunu istiyordu. Bunun sayısız belge vesika ve misalleri ortaya çıkmıştır. Ben kısa bir hatırlatma yapayım.
Buyurunuz üstadım…
Hatırlayın, Teodor Herzl’in, Filistin’de bir parça toprağın İsrail’e verilmesi karşılığında Abdülhamid’e yaptığı taahhütlerin en önemlilerden biri de Batı’da ve içerde gazeteler yoluyla Abdülhamid’e karşı yürütülen menfi propaganda ve haberlerin susturulması idi. “Siz bize yer verirseniz, gazeteler sizin aleyhinize yazmayacaklar!” taahhüdünde bulunmuştu. Dönemin Abdülhamid düşmanlığı yapan gazetecileri için ne ağır bir yargı!
Maalesef bizde gazetecilik, muhalefet esaslıdır. Bu da bir parça fıtridir. İktidara karşı muhalefet ruhu olmalı gazetecide. Fakat bizdeki muhalefet başka bir şey! O, halkın kendisine ve değerlerine muhaliftir.
Türk gazetecisinin temel öcüsü İslam’dır.
Nitekim Osmanlı basınının ilk ve tek muhalefeti II. Abdülhamid idi. Güya memleketi o müstebitten kurtarırlarsa ortalık cennet olacaktı. Bu muhalefet önce Abdülhamid’e yönelikti. Abdülhamid bitince muhalefet Saray’a yöneldi, Saray da yok edilince Saray’ın temsil ettiği değerlere yani İslam’a yöneldi. Türk gazeteciliğinin en temel öcüsü İslam’dır ve onun değerleridir. Hatta cumhuriyetin ilk başlarında takdis edilen Türk milliyetçiliği, zamanla İçinde İslam’ı barındırdığı tespit edilince o da öcü haline getirildi.
İrticadan söz ediyorsunuz.
Evet, Cumhuriyet dönemi gazeteciliğinin en büyük hedefi irtica adı altında İslam ve İslami değerlerdi. Sonra Türk Milliyetçiliği de hedef haline getirildi. O faşistti ama karşısındaki komünist mübarek ve masumdu. Hatta ilerici idi…
Elbette gazeteciliği icat eden Batı, asırlardır yıkmak istediği ama baş edemediği Müslüman Türk toplumunu, kendisi için problem olmayacak hale getirmek için ondan istifade edecekti ve etmiştir de.
Türkiye’de ‘saklı efendi’ daima Batı’dır
Şu tespiti daha önceki birkaç yazımda dile getirdim. Türkiye’de başta siyaset olmak üzere ekonomi ve sosyal düzende bir düzenleme ve rahatlama olmuyorsa bunda en büyük rol gazetecinindir. Çünkü Türkiye’de gazetecilik, toplumu aydınlatmak için yapılmaz. Medya kuruluşları, ya saklı efendilerin gizli niyetlerine hizmet ederler veya iktidara borazanlık ederler. Bu saklı ajanda, daima gazetecilik olgusunu gölgelemiştir Türkiye’de. Saklı efendi daima Batı’dır veya Batı’nın siyasi ve ekonomik niyetleridir. İsim vermeden söylemek gerekirse büyük bilinen gazetelerin hemen hemen tamamının saklı güçlü ortakları vardı ve Türkiye’nin siyasetini ve ekonomik gidişatını o gazeteler vasıtasıyla dizayn ederlerdi. Durum hâlâ da az çok böyledir ya ne ise!
Ancak bizim çok ciddi bir açmazımız daha var!
Sizi dinliyoruz Mehmet Ali Bey, buyurunuz lütfen…
“Bizim” diyebileceğimiz “yerli” gazetecilikte de başka türlü arızalar ve zaaflar içeriyor. ‘Sağ basın’ diyeyim ki anlaşılsın ‘biz’den muradın ne olduğu. Sağ basının patronları, çalışanlarının gazetecilik yapmasına fırsat vermezler. O yüzden de kendi aramızda “Gazetecilik sağ kesimin işi değil!” deriz. Öyle değil. Siz çalışanlarınıza gazetecilik yapma fırsatı vermiyorsunuz ki. Bakın sağ kesimde biraz sivrilen ve hakikaten gazetecilik yapmak isteyenlerin hepsi kovulmuşlardır ve ‘karşı cephe’ dedikleri kulvarda soluk almışlardır. Çünkü patronlar daima iktidardan beslenir ve dolayısıyla hükümete hizmet etmeyi gazetecilik sanır. Mamafih iktidarlarımız da bu tiryakiliği seviyorlar. İktidar, eğer patronu besliyorsa o gazete, Bayburt’u (Bayburtlular temsilime kızmasın) Los Angeles gibi göstermekte beis görmez.
Tercüman gazetesinin batırılması olayının içinde idim.
Bir devrin Tercüman’ı battı?
Özal’ın Tercüman’ı nasıl bitirdiğini biliyorum. Doğan Medya’nın, yıllarca Başkan Topbaş için niçin tek satır yazmadığını da yakinen biliyorum. Sayın Başkan’ın makamına oturduğu ilk saat içinde, üç kurmayı ile onu ziyarete (!) gelen Sayın Doğan, (saat 20.30 sularında) Gürtuna’dan alamadıkları –ki o bu konularda çok hassastı- yeri aldı ve oraya Trump ile kanki olmalarını sağlayan Trump Tower kulelerini oraya diktirdi. Şimdi siz Aydın Doğan olsanız niye muhalefet edesiniz ki Kadir Topbaş’a?
Sağdaki gazete patronları bütün varlıklarını hükümetlere borçlu olduklarından onlar için temsil getirmeye gerek yok. Masanın iki tarafında oturmuş ender gazetecilerdenim. Sayısız örnek biliyorum. Ama gün geçti ve o gün söylenmeyeni bugün söylemek yakışık almıyor.
Dolayısıyla Türkiye’de yapılan gazeteciliğe inanmıyorum. Bizdeki başarılı(!) gazeteciliğin ucu sonunda ya hıyanete varıyor –eğer saklı niyetleri bulunan bir patronun yanında çalışıyorsanız- ya da iktidar borazanlığına…
Tüm gazetecileri bir şablona sığdırıverdiniz!
Tabii ki tüm bir meslek erbabını bu şemsiye altına sokmak ne insanidir ne de vicdani. Ben hâkim renklerin gerekçesini izah ettim. Elbette hâlâ, meslektekilerin ekseriyeti mert, dürüst ve hakikaten gazetecilik yapmaya çalışan insanlardır. Fakat onlar fırsat bulamazlar işlerini istedikleri gibi yapmak için… Zaten herhalde artık medyanın tarifi de değişmiştir. Medyanın halkın menfaatiyle filan ilgisi kalmadı zira. Patronlar var, tekeller var, tiranlar var ve onların topluma yönelik amaçları var. Medya çalışanları da bu amaçlara hizmet eden işçilerdir…
O yüzden de kendimi emekliye ayırdıktan sonra mümkün mertebe gazetecilerin ortamlarına girmemeye, haberleri de asgari yorumla takip etmeye çalışıyorum. Meslek gruplarının oluşturdukları kurumsal imkânları pek kullanmıyorum. Yaklaşık 5-6 senedir de hiç ama hiç haber dinlemiyorum, izlemiyorum. Üstelik de 20 yıl bizzat haber üreticiliği yapmış biri olarak…
Matbuat, medya âlemi size neler öğretti?
Adalete, hürriyete, iyi şeylere herkesin muhtaç olduğunu öğretti. Bir şeyi yasaklamanın veya halkı bir şeyden uzak tutma çabalarının bir işe yaramadığını öğretti.
Medya küçümsenmemesi gereken bir sihirbazdır!
Ben kendi payıma medyanın asla küçümsenmemesi gereken bir sihirbaz olduğunu öğrendim. Toplumları büyülediğini, bâtılı hak, hakkı bâtıl gibi gösterme kabiliyeti olduğunu, hakikaten de deccalâne bir mahiyete sahip olduğunu bildim. Medyanın ve gazeteciliğin mucidi birçok habis meslek gibi Yahudi kökenlilerdir. Ve çoğu da siyasal Yahudiliğin (yani Siyonizm’in) hizmetkârıdır. Hatırlayın Hz. Yakup’un (as) oğulları, kardeşlerini öldürmüşler ve ilk ıslak imzalı sahte belge ile (Yusuf’un, üzerine kan bulaştırılmış yırtılırmış gömleği) babalarını kandırmışlardı. Şimdi ise aynı kavim, dünyanın tamamında ele geçirdiği medya ile insanlığı aldatmaya devam ediyor.
Mamafih gazeteciliğin ortaya çıkışı ile Siyonistlerin âlemde hükümran olmaya başladıkları dönemin aynı olması bir tesadüf değil. Mahiyet itibarıyla hayra hizmet etmekten çok bâtıla hizmet etme istidadındadır gazetecilik ve medya. Televizyon daha da beter bir araçtır bu açıdan. Hâlbuki pekâlâ toplumsal vicdanın inşasında, istifade edilebilir araçtır.
Evet, gazetelerin toplumların uyandırılmasında da uyutulmasında da yüksek bir istidadı var. İşte bu süreçte, bizim kesimin bu vasıtayı kullanmayı bilmediğini öğrendim. Hâlbuki eğer hakiki manada kullanılsa vicdanların uyanmasında, toplumun hayra sevk edilmesinde büyük hizmet görecektir. Yazık ki bizde gazeteler ya milletin değerlerinin tezyif edilmesi veya pis bir menfaatin halka dayatılmasında kullanıldı çoğu kere.
Gazetecilik bir yandan da hürriyet sorunudur. Bireyin hürriyeti. Birey ne kadar hürdür, ne kadar hür olmalıdır?
İslam toplumları maalesef bireyin hürriyetini tehlikeli saymışlar. Çünkü hürriyet, tâğiy ve bâğiy olmaya götürüyor ferdi(!) Reaya olanın fikri olmamalı. 1400 yıl devam etmiş bu anlayış, Kur’an’ın insan yaklaşımına zıt olmakla birlikte (Bakara, 104) İslami yönetim şemasında büyük itibar görmüş.
Emeviler toplumun bir kesimine mevâli (yarı köle) demiş, diğer yönetimler de halklarına reayalığı layık görmüşler. Bireyin hürriyetini kullanmasına fırsat tanımamışlar. Mamafih, tanrı tanımaz Batılı anlayışın inşa ettiği hürriyet anlayışının insanlığı ne derekeye düşürdüğü görülünce, bu tez bugünkü Müslümanlar arasında da taraftar buldu ve buluyor. Ama bu, Kur’an’ın ruhuna uygun değildir. Evet, kendisine meşru bir sınır çizilmeyen hürriyet, bireyi örenleştirir. Geliştirmez, yıkıma götürür.
İslam’daki hürriyet tanımı şeriatın sınırları içinde kaldığı için zararsızdır. Ama İslam uleması hürriyet kavramını hoş karşılamamış. Bana göre Müslümanların modern çağ içinde kendilerini konuşlandıramamalarının sebeplerinden biri de budur. Batıcılıkla gelen her şey tehlikeli ve zararlı görüldüğü için basın ve gazetecilik de bundan nasibini aldı. Tıpkı matbaa gibi biz onu alıncaya kadar o zaten başkalaşmış, kendi “hayali cemaat”ini oluşturma misyonunu tanımlamış ve dünyaya dayatmıştı…
Evet, hürriyet bireysel özgürlük sorunudur. Bireyin özgürlüğü ise medeniyet sorunudur. Biz insana güvenemedik. Bireyin özgürleşmesini, medeniyetin inşasında göze alamadık. Bize rağmen inşa edilen şu medeniyet de bizi dışladı.
Şimdi yeni bir medeniyet algısı inşa etme zamanıdır.
Fakat şimdi biz de uyandık. Beşerin vicdanı uyandıkça şu medeniyetin habis taraflarının daha çok olduğunu gördük. Onun insan tabiatıyla uyuşmadığını anladık ve şimdi yeni bir medeniyet algısı inşa etme zamanıdır.
İçinde medya bulunmayan bir hayatın idamesinin zor olduğunu gördükçe bildik ki bunun müspetini inşa etmek durumundayız. Ve ancak o zaman Kur’an’ın gaye edindiği insan formatıyla Kur’an’ı ve içindeki saadeti, günümüz insanına aktarabileceğiz. Çünkü medeni insanı, içinde hürriyet bulunmayan eski yaklaşımlarla Kuran’a ve İslam’a davet etmek imkânı kalmamış. Bunu başardığımızda göreceğiz ki toplumlar fevç fevç İslam’a Kur’an’daki huzura koşacaklar. Hâlbuki mevcut anlayışımız, ötekilerin sadece korkmasına hizmet ediyor. Bunu aşabildiğimizde aynı medyanın, insanları hakka çağırmaya vasıta olduğunu göreceğiz…
İslam insanını yeniden tanımlamamız gerektiğini öğrendim.
Kısacası, gazetecilik mesleği bana ‘İslam insanı’nı yeniden tanımlamamız gerektiği fikrini telkin etti. O da bizi yeni medeniyet algısı inşa etmeye zorladı ve bunun kaçınılmaz bir ihtiyaç olduğunu öğretti. Yani ya yeni hali kavrayacak ve İslam’ı yeniden hayatın içine oturtacaktık ya da izmihlale uğrayacaktık.
İslam toplumu, geçtiğimiz asrın başında, habis batı medeniyetini kabul etmektense izmihlali kabul etmeyi tercih etti. Garba olan husumetini ayakta tutarak varlığını ibka etti. İslam ise -çok şükür- bir şekilde kendini yeniden modern insanın ihtiyacı haline getirmeyi bildi. Şimdi onun vaktidir. Her ikisinde (yani izmihlalde de yeni halin inşasında da) de medyanın büyük rolü oldu ve olacak.
Yarın: İstikrardan yanayım…
Yazar: İbrahim Ethem GÖREN