Acem Çaşutu

Bir sene kadar önce, bir kitap kampanyası münasebetiyle doğu vilayetlerimizden birinde ziyarette bulunuyordum.

Sohbet sırasında Şah İsmail ve Yavuz bahsi açılmıştı. Ben de Yavuz Sultan Selim‘e haksızlık yapıldığını, ‘Alevi Katliamı’ yaptığına dair iftiraya uğradığını ama bu iftiranın asıl maksadının, Şah İsmail’in İran’da yaptığı mezhepsel temizliğin üstünü örtmeye yönelik olduğunu söyledim. Ve sonra da demiştim ki “İran, bu tür işlerde bize beş basar”. Zaten en eski zamanlardan beri “Acem çaşudu” (İran casusu) meşhurdur…

O sırada mecliste bulunan şehrin en büyük istihbarat görevlisi, “Hocam” dedi, “İran yine o işleri yapmaya başladı. Çok sayıda güzel ve genç kız Türkiye’ye getirildi.  Türkiye Şah İsmail dönemindekinden çok daha tehlikeli bir altını oyma operasyonu ile karşı karşıya.” Kendisi en az yedi vakaya tanıklık etmişti…

Bu meseleyi kaşımak, o zaman içimden gelmedi. Sonra çok daha üst seviyeden birinden; bir dekan arkadaşımdan  duydum ki İran’dan iki bin ‘böcek’ Türkiye’ye sokulmuş. Hatta espriyle karışık, “görsen o böcekleri, sen de koynuna alırsın ama bir kere de aldın mı Kırım Kongu kenesi gibi yapışır ve kalır, bir daha kurtulamazsın” demişti… Ben de “Hocam ben mümkün mertebe, Kur’an’ın emri gereği fahşanın -fuhuşun- saklısından da açığından da uzak durmaya çalışıyorum. Rabbim bizi korur, inşallah!” diye espri yaptım.

Ne zaman ki Türkiye Gazetesi’nin (17 Eylül )manşetinde o haberi gördüm, işin hiç de esprilik bir mesele olmadığını, o zatların neyi söylemek istediklerini de anladım…

İran yine İranlığını yapmıştı!

Türkiye onun için dünyanın dört bir yanında dostluk çabaları sergilerken, nükleer silahlar konusunda onu dünya kamuoyunda temize çıkarmaya çalışırken, o el altından “sevimli” -ama zehirli-  böceklerini içimize salmış da haberimiz yokmuş. Kim bilir kaç bürokrat, kaç siyasetçi, kaç istihbaratçı, kaç askerin koynuna o böcekler girdi. Yakında kaç Baykal vakası yaşanacak merak ediyorum. Esasında keşke ortaya çıksa… Siz asıl ortaya çıkmayanlardan korkun…

Evet, görülüyor ki İran Türkiye’nin ta yatak orasına kadar böcek sokmayı başarmış. Başbakanlığa kadar girebildiklerine göre… Bir AK Partili yetkili, hemşire, ebe, kuaför adı altında Türkiye’ye getirilen İranlı kız sayısının 5 bini bulduğunu söyledi. Ne derece doğru yanlış biliyorum… Fakat gerçek şu ki İran devlet olma refleksiyle hareket ediyor, bizimkilerde ise kavak yelleri…

Devlet idaresinde Tarih bilinci olmazsa olmaz bir gerekliliktir. Tarihini iyi bilmeyen, milletinin devlet geleneğinden habersiz, sırf ağzı laf yapıyor diye birilerini idareci yaparsanız veya bir takım strateji tahlil illeri yapabiliyor diye ülkenin diplomasisini tamamen onlara bırakırsanız işin varacağı yer burasıdır.

Eğer siz, İran halkını, millet olma bilincine ulaştıran Şehname‘den habersizseniz, onlarla mücadele etmeyi bilemezsiniz. Firdevsinin yazdığı ve bana göre yeryüzündeki ilk kavmiyetçi kimlik oluşturma metni([1]) olan Şehname‘nin başkahramanı Afrasyab‘ın tek düşmanı vardır Turan!

Turan kim? Türk milleti!

İran için Tür stratejik daimi düşmandır. Çin için de…  Düşünün Çin halkını! Adamlar dünyanın en uzun savunma duvarını örmüşler. Kime karşı Türklere karşı? Şimdi bu adamlara fırsat geçse sana dostluk mu yapacaklar. Eğer siz bu süreçleri bilmiyorsanız, Türk Tarihi’nin bir İran ve Çin mücadelesi olduğunu bilmezseniz, böyle keklik gibi avlanırsınız. “Vay İran bizi aldattı” dersiniz!

Bendeniz de bu gerçeği bile bile defalarca, sırf İslam ittihadı hatırına ‘İran’a birlikte hareket etmeliyiz’ diye yazdım. Ama görülüyor ki saf İslamcılık niyeti, yetmiyor. Esasında sahabeler arasında yaşanan iktidar mücadeleleri bize hakikati gösteriyor ki, din kardeşliği her daim kavim kardeşliği gibi olmuyor olamıyor… Devlet adamlarını ve askerlerin daima ayağı yere basmalı.  Hatırlayın sahabeleri, iktidar mücadelesinde hiç de birbiriyle savaşmaktan geri durmadılar.

Hem unutmamak gerekir ki, dünya üzerinde dökülen ilk kan, kardeşin kardeşini öldürmesiyle olmuştur. Maalesef bu,  bir insanlığın yazgısı… Bir ülke, bir halk adına siyaset yapanlar, bunları bilmezlerse böyle sık sık ‘kek’ durumuna düşerler, düşüyorlar…

Uzun dönemler boyunca devam etmiş Türk – İran münasebetleri, bence tarih yazılımı için yeterli tecrübe ve kaynaklara sahiptir. Sadece Osmanlı dönemindeki Türk – İran münasebetleri bile ciltler dolusu örnek ihtiva etmektedir. Onlardan birazcık haberdar olanlar elbette İran’ın ipiyle kuyuya inmezler ama işte dostluk niyeti böyle bir şey. Aldana da biliyorsunuz…

Osmanlı, Türk devlet bilinci güçlü olduğu için İran’a karşı hiç tedbiri elden bırakmadılar. Düşünün ki Anaforludaki birliği sağlamak için yapılan dört savaştan ikisi İran menşelidir. Osmanlı en az iki kere İran yüzünden ölüm kalım mücadelesi vermiştir. Her ikisinde de maalesef işin başında Türk komutanlar var. Biri Akkoyunlu Uzun Hasan, diğeri Safevi Şah İsmail! Her ikisi de İran siyasetinin kurbanı oldular…

***

İran başlangıçta Sünni’dir. İran’ı Sünnilerden temizleyen Sah İsmail’dir. Daha doğrusu Hasan Sabbah’ın başlattığı işi, o tamamlamıştır.

12. Yüzyıla kadar İran sahası Sünni akidenin, tam merkeziydi. Adeta bir bilim atölyesi gibi çalışıyordu. Büyük fakihlerin ve ulemanın büyük bir kısmı o bölgeden çıktı… Ne zaman ki, sapık bir İran ırkçısı olan Hasan Sabbah terörü ve onu destekleyen bir takım yerel beylikler İran sahasında hâkim olmaya başladı -özellikle de Türklere ve Sünnilere karşı- İslamiyet de hız kesti…

Alamut kalesini kendine sığınak yapan Hasan Sabbah estirdiği terörle bir yığın bireysel suikastlar yanında resmen Sünni terörü başlatmıştır. Düşünün ki Ömer Hayyam bir zamanların İran şairidir. Bugün tüm İran topraklarında bir tane Ömer ismi bulamazsınız. Büyük Selçuklu vezir Nizamülmülk onun teröristleri tarafından sırf Sünni Türklere hizmet ediyor diye öldürülmüştür. Hasan Sabbah’ın bir İran milliyetçisi olarak başlattığı bu terör ve katliam dehşetini, Sah İsmail devlet terörüne dönüştürüp, İran sahasında bir tek Sünni bırakmadı. Kimse bu konuları araştırmaz. Dolamışlar dillerine bir Yaviz Sultan Selim, geveleyip duruyorlar.

Mamafih benim de araştırmam çok fazla değil. İlk aldığım ve sonra da vakitsizlik münasebetiyle -çünkü Tercüman gazetesinde çalışmaya başlamıştım aynı zamanda- dolayısıyla değiştirdiğim tezimin konusu  ‘Miladi Yedi yüz ile Bin Arasında İslam Dünyasında Türklerin Yoğun Bulunduğu Merkezlerde Kültür Faaliyetleri” idi… Farsça ve Arapça kaynaklara biraz daha hâkimdim. O dönemden kalma tamamlanmamış bilgiler bendeki de… Ama şunu biliyorum ki, Hasan Sabbah’tan sonra kimse oğluna Ömer adanı verememiştir. Çünkü o dönemde oğluna Ömer adını vermek 28. Şubat sürecinde başındaki örtü ile bir askeri alana girmek kadar tehlikeli idi.

Daha sonra İran devletini ele geçiren Şah İsmail, Sünni Osmanlıya duyduğu hınçla, Anadolu’yu Osmanlıdan koparmak istedi.  Bunun için binlerce ‘dâi’ dediği -o günün böcekleri de öyleydi- propagandisti Anadolu’ya saldı. Çoğu, Anadolu birliğini kurmak için Fatih’in alıp Osmanlıya kattığı beyliklerden kalma ‘muğber/küskün’ Türkmen ve Yörük olan Türk unsurları etkilemeyi başardı ve Anadolu’dan İran’a doğru muazzam bir göç başlattı. Düşünün ki Şah İsmail’in ünlü hanımı Taçlı Hatun bizim -Gaziantep- Elbeylilerdendir.  Ta Gaziantep’ten düğün alayıyla çıkarılıp Tebriz’e götürüldü…

Bugün Anadolu’da Kızılbaş Aleviliği denilen grup o dönemden kalmadır. Beyliklerini ellerinden aldığı için Fatih’e yani Osmanlıya kızgın olan Türkmenler seve seve Şah’a koştular. Nitekim “Şaha gitme..” tabiri ve türküleri de o dönemden kalmadır… O yüzden rahatlıkla diyebiliyoruz ki Anadolu Alevi’si hakiki Türk’tür.

Bir insan ben Kürdüm ve Aleviyim diyorsa yanılış biliyor. Kürdün Alevi’si yoktur ve olmamıştır. Ancak, Ermeni iken İslam’a döndüğünü söyleyen çoğu Ermeni, Alevi olmayı tercih ettiler. Daha da önemlisi kendilerini Kürt Alevi diye tanıtanların ekserisi -ki bir kısmı da bilmiyordur hakikaten- Pakradûnîdir.

Pakradunilik, Türkiye’de pek üzerinde durulmamış bir konu..  Esasında varlıkları ve eylemleri ancak 1915 tehcirden sonra bizi ilgilendirmeye başladı. Pakraduniler, Ermeniler içine gizlenmiş bir Yahudi koldur. Türkiye’de ilk Mehmet Şevket Eygi onlara dikkati çekti. Bilindiği kadarıyla İsrail ve Filistin topraklarına M.Ö 730 yılında bir saldırı düzenleyen Sannasar adlı Ermeni kral, bir kısım Yahudi ailelerini de beraberinde getirip ülkesine yerleştirir. O aileler, sonradan tıpkı bizim Sebataistler ve İran’daki Meşhedileri gibi onlar da kendilerini Ermeniler içinde gizlediler ve Ermeni gibi hareket ettiler. Ta 1915’e kadar bu rolü oynadılar.

1915’te Osmanlı, Rusya ile işbirliği yapan Ermenileri Doğu vilayetlerinden alıp Suriye mıntıkasına tehcir edince bu Pakraduniler, imkânlarını ve yurtlarını kaybetmemek için hemen Müslüman (!) oldular. Tabii Alevi Müslüman!

 Bugün PKK’nın içinde en etkili unsurların başında onlar gelmekteler. Bazı iddialara bakılırsa açılım sürecini baltalayanlar da onlar… Mamafih daha önce Adana civarında Fransızların ve Vatikan’ın desteğiyle başlatılan Zeytun Ermeni İsyanının da bunların eseri olduğu anlaşılmıştır. Biz onları tanımıyoruz. Ama Batılı istihbaratlar bunları isim isim biliyor ve onlarla irtibat hâlindedirler… Gönüllü fitne üreticileri olarak aramızda yaşıyan bu kesimleri istedikleri zaman harekete geçirebiliyorlar.

Gezi olaylarına dair bir yazıda da belirttiğim gibi dünyanın tüm şeytani örgütleri Türkiye’ye fokuslanmış durumda. Çünkü Deccal – Mehdi mücadelesinde, Deccalin bir türlü aşamadığı siper Anadolu Müslümanlığıdır. Buradaki temiz Sünni direnci yok ettiklerinde İslam’ın tüm direnme gücünün yıkılacağının farkındalar. O yüzden doğudan ve batıdan tüm güçlerini kullanarak Türk halkına saldırıyorlar. Onun gözünü açamaması için her şeyi deniyorlar…

İran bugün Meşhedilerin -tıpkı yakın zamana kadar Türkiye’nin Sebataistlerin  ve onların bir tür ileri karakolu olan Masonların kontrolünde olduğu gibi- kontrolü altında. Mollaların yönetiyor olması İran halkı için de bizim için de bir aldatmadan ibarettir. Bizim derin devlet yapılanması, MİT ve birçok hayati kurum nasıl ki daha düne kadar belli güçlerin ve kriptoların kontrolü altında idi. Türkiye daha yeni yeni o yapılanmalardan kurtulmaya çalışıyor. İran da bizim gibi ele geçirilmiş durumda maalesef. Koskoca Amerika’yı kontrolleri altına almış bu zındıka komitesi herhalde İran’ı kendi haline bırakmayacaktı. Hem de bırakmamışlar. Nitekim İranlı körpe kızların casus olarak kullanılması fikri de ancak onların eseri olabilir. Aksi takdirde, hangi Müslüman ülke, kızlarını, dişiliklerini kullanarak istihbarat toplamaları işiyle istihdam edebilir ki?

Demem o ki, evet, İran’ın bilinçaltı zaten tarihi süreç itibarıyla Türk milletine karşı müteyakkız iken bir de  devletinin idaresi -Şah İsmail döneminde olduğu gibiMeşhediler gibi insanlığa düşman bir grubun eline geçmişse Türkiye’nin de çok dikkatli davranması gerekir.

Kadını istihbaratta kullanma geleneği İranlılarda yoktur. Bu bir Siyonist geleneğidir. Çünkü kadını kullanarak istihbarat toplama işini ilk başlatan Yahudilerdir. Babil’de bu işi başlattılar ve ondan sonra da asla terk etmediler… Siyon protokollerine bakıldığında Siyon kızının vazifeleri arasında şarabı ve vücudunu kullanmak en başta gelir…

Dolayısıyla diyebiliriz ki Türkiye doğudan  ve batıdan aynı ahtapotun kolları tarafından sarılmıştır. Zındıka komitesi, fitne ve acı üretmeye devam ediyor.

Bediuzzaman hazretleri , “İslam Kahramanı”  dediği ve sevdiği Menderes zamanında bile kendisine işkence yapılmasından hareketle, hükümetin muktedir olmadığını, bir zındıka komitesinin onlara rağmen hükmünü icra etmekte olduğunu söylemiştir… Nitekim de sonradan gördük ki ordumuzun tepe kademeleri kriptoların, istihbaratımız MOSSADçıların ve Conilerin yol geçen hanı olmuş… Onlar yüzünden değil miydi Türkiye Cezayir’de Cezayir Halkına karşı girişilen katliama, Baba Esad zamanında Halepde bir gecede binlerce insanın katledilmesine yol açan baskınlara -sırf ölenler ihvandan olduğu için-, ve Saddam’ın Halepçe’de Kürtlere karşı kimyasal kullanmasına sessiz kalabilmiştir. Şimdi aynı mahfillerin kalıntıları, Suriye’deki katliamlara da Türkiye’nin sessiz  kalmasını telkin ediyorlar…

Şu dişi böcek kullanma hadisesi gösteriyor ki, İİran’da da İran halkına rağmen o zındıka komitesi hükmünü sürdürüyor. Öyle olmasaydı, Suriye’deki zulme karşı duracak birileri çıkardı. Çünkü Hüseyni Duruş, onun gerektirirdi… Evet öyle sanıyorum ki İran halkı da bizim yıllarca yaşadığımız problemi yaşıyor. İran devlet erki birileri tarafından ele geçirilmiş ve İslam’a ve Müslümanlara karşı o güç kullanılıyor. Yoksa hiçbir Müslüman, kızını istihbarat toplaması niyetiyle bile böyle bir hizmete vermez, rıza göstermez.

Türkiye de artık aklını başına toplamalı ve siyasetini buna göre yapılandırmalı yeni baştan…

Doğudan be batıdan binlerce hain el tarafından karıştırılan şu ülke ne rahmani bir ülkeymiş ya Rabi. Bu kadar açık istihbarat toplama alanı haline gelmiş bir ülkenin hala birlik ve bütünlüğünü koruyabiliyor olması ne büyük lütuf!

Benim şahsi kanaatim, bunda Risale-i Nur’un da payı vardır… Ve tabii iman adına yapılan her faaliyetin ve bu halkın temiz yürekliliğinin…


[1]) Gerçi ondan önce Bilge Kağan, Kültiğin Tonyukuk, yazıtları da bir tür milli bilinç belgeleridir amma orada birileri düşman diye tanımlanmaz. Halka, birlik ve beraberlik telkin edilir…

Hakkında Mehmet Ali Bulut

1954’te Gaziantep’in İslâhiye ilçesinin Kerküt köyünde doğdu. İlkokulu burada tamamladı. Gaziantep İmam Hatip Lisesini ve ardından Gaziantep Lisesini bitirdi. 1978 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap ve Fars Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nden mezun oldu. Aynı Fakülte’nin Tarih Bölümünde doktora tezi hazırlamaya başladı. 1979 yılında Tercüman Gazetesi’ne girdi. Tercüman Kütüphanesinin kurulması ve kitapların tasnifinde görev aldı. Birçok kitap ve ansiklopedinin yazılmasına ve hazırlanmasına katkıda bulundu… Daha sonra gazetenin, haber merkezi ve yurt haberlerinde çalıştı. Yurt Haberler Müdürü oldu. Köşe yazıları yazdı… 1991 yılında Haber koordinatörü olarak Ortadoğu Gazetesi’ne geçti. Bu gazete 5 yıl süreyle köşe yazarlığı yaptı. Yeni Sayfa ve Önce Vatan Gazetelerinde günlük yazıları ve araştırmaları yayınlandı. 1993 yılında haber editörü olarak İhlas Haber Ajansı’na girdi. Kısa bir süre sonra ajansın haber müdürlüğüne getirildi. Mahalli bir ajans konumundaki İhlas Haber Ajansı, onun haber müdürlüğü döneminde Türkiye’nin ve Ortodoğu’nun en büyük görüntülü haber ajansı konumuna yükseldi. 1997 yılında İHA’dan ayrılmak zorunda kaldı. Bir grup arkadaşıyla birlikte Veri Haber Ajansı’nı kurdu. Finansal sıkıntılardan dolayı Ajansı kapattı. 1999 yılında BRT Televizyonuna girdi. Haber editörü ve program yapımcısı olarak görev yaptı. 2001 Mayısında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Basın danışmanlığına getirildi. 3 yıl bu görevde kaldı. Bir süre Ali Müfit Gürtuna’nın basın ve siyasi danışmanlığını yaptı. Turkuaz Hareket’in mantalitesinin oluşturulmasında büyük katkısı oldu. Bugün Gazetesi Yurt Haberler müdürü olarak çalışan Bulut, emekli ve sürekli basın kartı hamilidir. Eserleri: Karakter Tahlilleri, Dört Halifenin Hayatı, Geleceğinizi Okuyun, Rüya Tabirleri, Asya’nın Ayak Sesleri, Ansiklopedik İslam Sözlüğü, Türkçe Dualar, Fardipli Sinha, Derviş ve Sinha, Ruhun Deşifresi, Gizemli Sorular, Ahkamsız Hükümler, Can Boğazdan Çıkar, Sofra Başı Sağlık Sohbetleri gibi yayınlanma aşamasında olan çeşitli eserleri bulunmaktadır. Roman ve Hikaye: Mehmet Ali Bulut’un Roman türünde yazılmış Fardihli Sinha, Derviş ile Sinha adında iki romanı ve aynı serinin devamı olarak Zu Nima ve Fardipli Sinha 2 ve Fardipli Sinha 3 tamamlanma aşamasındadır. Diğer çalışmaları: Çeşitli dergilerde yayınlanmış çok sayıda makalesi, şiirleri bulunan Mehmet Ali Bulut son dönemdeki yazılarını haber7.com’da yayınlamaktadır. Bulut evli ve bir kızı vardır.

Ayrıca Bakınız

Çanakkale Geçilmedi…

Elhamdülillah, bu millet bir kez daha Çanakkale’nin geçilmez olduğunu gösterdi. Bir kere daha, bu millet, …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir