İngiliz Financial Times gazetesi, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan‘ın Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek’e yaptığı çağrının ”Bölgedeki en güçlü müdahalelerden biri olduğunu” yazdı. Ama fitini atmayı da ihmal etmedi.
E tabii Fransa ve İngiltere’nin, İslam yurtlarında yaşanmakta olan hadiselere ‘murdarlık’ karıştırmaya çalışmaları veya olayları çarpıtmaları normaldir. Ne de olsa, bu gayr-ı tabii haller onların eseridir. Halk onların pisliklerini temizliyor.
Gazetenin internet sayfasında Ankara muhabiri Delphine Strauss imzasıyla yer alan haberde, başbakan Erdoğan’ın Hüsnü Mübarek’e ”protestocuların değişim taleplerini dinle” diye çağrıda bulunmasını “en güçlü müdahale!” diye niteledi. Ama kendince en vurucu cümlesini arkaya bıraktı:
Güya, Türkiye’nin, Lübnan’daki krizde arabuluculuktan çekilmesi ve Mısır’daki kriz konusunda nispeten sessiz kalması ‘Türkiye’nin bölgedeki etkisinin nihayet limiti‘ni gösteriyormuş. Demek istiyor ki, Türkiye’nin İslam yurtlarındaki gücünün ciddi bir önemi yok. Olsaydı Türkiye daha aktif bir rol üstlenirdi.
Hâlbuki Türkiye, asıl haklatan yana tavır alarak gücünü gösteriyor. Bir ülkenin özgürlüklerden ve demokrasiden yana tavır koyabilmesinden daha güçlü ne olabilir ki?
Onların kafasındaki Türkiye’ye bu yakışmıyor. Onların bildiği Türkiye, kendi zararına bile olsa Batının menfaatlerine uşaklık den Türkiye’dir. Cezayir halkını daha önce Fransa’ya satmadık mı?
İşte onların Türkiye’den bekledikleri tavır bu! Jandarmalık! Türkiye’nin, Cumhuriyet dönemlerindeki görevi; batının bölgedeki çıkarlarını korumak olduğu ve Türkiye’nin bunu öğretilmiş çaresizlik psikozu içinde ve sadakatle yapıp durduğu için şimdiki tavrına şaşırıyorlar. Türkiye’nin kontrolünden çıkmış olabileceğini akıllarına sığdıramıyorlar.
Türkiye ezilmiş halklardan yana tavır alıyor
Onların Türkiye’den beklentisi, uşak yönetimlerden yana tavır almasıydı! Fakat Türkiye ezilmiş halklardan yana tavır alıyor. Demek ki Ak Parti iktidarı ile Türkiye’de gerçekten bir eksen kayması yaşanmış.
Şu hadiseleri düşünürken, bu eksen kaymasının devlete ne kadar büyük bir hizmet ettiğini de anlıyorsunuz. Eğer Türkiye eksen değişmesini yaşamadan bu günlere gelseydi, büyük ihtimalle Tunus’la başlayan metafor bizi de sarardı. O açıdan eksenin kaymış olması (tabi haktan ve halktan yana) belki de devletin bekasını sağlamıştır. Ak Parti iktidarı bilerek bilmeyerek Türkiye’yi ciddi bir badireden korumuş. Türkiye başta hukuk ve devlet ediş üslubunda düzenlemeler yapmasaydı ve az da olsa etnik haksızlıkları giderme noktasında açılım yapmasaydı birikmiş olan öfke, patlama noktasına gelir ve ihtimal ki Türkiye’yi de sarsardı.
Ve eminim Türkiye’deki fay kırılması daha da şiddetli olurdu. Çünkü Mısır ve Tunus’taki talepler halkın biriz daha insanca yaşama isteğinden ibarettir. Bizdekinde etnik acılar da işin içine girecek ve hem rejim hem devlet ciddi tahribata uğrayacaktı. İşte Ak Parti iktidarı, yaptığı değişikliklerle milletin vicdanında oluşmuş öfkeyi massederek, rejimi tartaklanmaktan, devleti tiftiklenmemekten kurtarmıştı!
***
Müslümanlar hakikat-i hali anlamaya başladılar
Daha önceki birçok yazımda, Türkiye’nin İslam yurtlarına yapabileceği en büyük hizmetin onlara hürriyet ve demokrasi ihraç etmek olduğunu ifade etmişimdir. Zira İslam toplumları, uzun müddet müstebit idarecilerin sultası altında kaldıkları için ‘ölmeyecek kadar dünyalık’ ve ‘nefes alacak kadar özgürlüğü’ bir tür kader bilmişler, hatta dünyadan nasip istemeyi, günah addetmişlerdir.
Cennet, sadece ölüm sonrasında elde edilebilecek nimetler yurdu olduğu(!) için, dünyada rahat yaşamayı istemek adeta, ahretini feda etmek gibi Müslümanlara algılatılmıştır. Din adamlarının da, son dönem mutasvvuflarının da siyasilerinin de Müslümanlara layık gördükleri dünya, bir lokma ve bir hırkadan ibarettir.
Ama çok şükür görüyoruz ki Müslümanlar hakikat-i hali anlamaya başladılar. Kendisine dayatılanın zulmü, bunu icra edenlerin de batının bölgedeki zalim uşakları olduğunu görmeye başladılar. Tabii Wikileaks ifşaatlarının da bu neticelerde payını unutmamak gerekir. Hatırlarsanız, o ifşaatların neticesinin hayır olacağını vurgulamış, bu sayede insanlarımız nasıl üçkâğıda getirildiklerini görecekler demeye getirmiştim.
Sular mecrasını arıyor
Evet, İslam yurtlarında sular mecrasını arıyor. Halkın biraz daha huzur ve biraz daha refah talebi tüm yapay firavun düzenlerini alaşağı edeceğe benziyor. Hem zaten artık vaktidir de! 2000’den 2012’ye kadarki gelişmeler ‘bizim lehimize’ olanlardır, 2012’den sonraki gelişmeler de ‘onarlın aleyhine’ olacak hadiselerdir. Yani daha bekleyin. Asıl bu kalkışmaların, batının bölgedeki menfaatlerine yöneldiği zamanı görmek gerekiyor. Fakat Amerika, yine akıllıca bir politika izleyerek, hemen halktan yana tavır aldı ve hem de Türkiye üzerinden, bölgedeki kukla liderlere, ‘onları feda etmeye hazır olduğunu’ gösterdi.
Osmanlıyı yıkmak için kandırıp yanlarına çektikleri halklar, nihayet aldatıldıklarını görmeye başladılar. Ve kendilerinden gasp edilen haklarını geri almaya çalışıyorlar.
Bu iş nereye kadar mı varır?
Fıtri olmayan tüm düzenleri asıl yerine oturtmaya kadar varır. Mısır, taşan suların önündeki en güçlü bendir. O bent açıldı mı, sular Arabistan’a kadar ulaşır!
Artık kimse, biraz daha insanca yaşam talep eden bu kitlelerin önünde duramayacak. Bir tek endişem var o da, bu hadiselerin maksadından taşırılıp merkezsiz bırakılmasıdır. Çünkü merkezini yitirmiş hiçbir döngü tahrip edici olmaktan kurtulamaz. İkinci sıkıntı da etnik farklılıkların işe müdahil olmasıdır. Allah korusun.
İşte tam da böyle zamanlarda Bediuzzaman ve Hasan El Benna gibi, müspet hareketi esas alan, toplumsal hareketleri İslam ahlakı ve şeriat çerçevesine oturtan zatlara ve fikirlere ihtiyaç vardır. Çünkü hürriyet, şeriat çizgisinin dışına çıkarsa meşruiyetini kaybeder. Meşruiyetini kaybetmiş bir hürriyet de ancak kargaşa ve tahribat getirir.
Eshab Hata Yapar mı?
Bendeniz, okuyucunun tepkilerini kale alan biriyim. Hele ‘üsame’ ve ‘dilaver’ gibi aklı başında okurlardan geliyorsa. Çünkü müminin şahitliğine çok önem veririm.
Bir önceki yazımda, Hz. Osman (ra)’nın siyaset ediş tarzına getirdiğim bir eleştiriyi, o mübareğin zatına ve ahlakına yöneltilmiş bir itiraz zanneden bazı ‘hakperest’ okuyucularım beni mezhepsizlikle suçlamışlar.
Hakikat-i hali bilmeden böyle büyük laflar etmeleri gençliklerine verilebilir fakat yine de yazının maksadını kavramamış olduklarını var sayarak üç beş şey söylemek icap ediyor. Zira müminin şahadeti mühimdir. Onların zanna düşmelerine fırsat vermemek gerekir.
Ben sahabe olması nedeniyle hatalı ve haksız olduğu, eslaf tarafından da ifade edilen Muaviye’yi dahi sırf eshab kavramına duyduğum hürmetten dolayı ‘Hazret’ ifadesiyle anarım. Ve bu yüzdenden gerek Şiilerden ve gerek ehlibeyt muhiplerinden ciddi tenkitler alırım. Olsun. Yine de sahabe hatırı için buna katlanırım.
Fakat bu, başta Muaviye olmak üzere sahabelerin de hata yapabileceği hakikatini yok saydırmaz. Elbette her daim hak üzere hareket etme amacındadırlar, ama her daim haklı olmaları ve yaptıklarının hatasız olması gerekmez. Yaptıkları, o zaman dilimi içinde onlara Kur’anî gelmiş olabilir. Fakat eğer zaman, o işin hatalı olduğunu göstermişse, ‘hayır, bu hata değildir’ diyemem, hikmetin hakikatini
Esasında kutsallaştırmak geleneği dinlerin en büyük handikabıdır! Her dinde öncüler, zamanla hayal ve efsane perdesine büründürülerek, insan olmaktan çıkarılmışlardır. Hz. İsa böyle bir zihinsel operasyon neticesinde ilah katına çıkarıldı. Keza Hz. Ali! Nitekim peygamberimiz, ‘Ya Ali seni çok seven de helak oldu, sevmeyen de… ‘ buyurmuştur.
Hâlbuki Hz. Ali de bir insandır, Hz. Osman da… Onların her hareketinin ‘masum’ olduğunu söyleyebilir misiniz?
Cennetle müjdelenmiş olmaları her hareketlerinin isabetli olduğunu göstermez. Nitekim bugün fırka-i dalle diye bilinen ekser sapık yolların mucitleri Ali muhabbetini kendilerine sütre yapmış olanlardır. Başlangıçta, haklı olan Aleviyyet, sonunda Rafızîlikte karar kılmıştır ama başlangıçta haksız olan emeviyyet de ehli sünnet vel cemaate dönüşmüştür. İşlerin batınını Allah bilir ancak! Biz harice bakarız.
Dolayısıyla, ashabın iman ve kemali farklı bir meseledir, onlardan sadır olan hal ve hareketler farklı bir meseledir. Pekala, sağlam bir iman sahibi de hakikat-i hale tam vakıf olmadığı için hata yapabilir ve hem de yapmışlardır. İslam tarihinde sayısız örnekleri de vardır.
Hz. Osman’ın -ki, onun edebine melekler dahi saygı göstermiştir- manevi mertebesine ve ahlak ve mahfiyyetine, hayâ ve iffetine laf edebilecek hiç kimse yoktur. Onların bendesi olmak bile şereftir, ama bu onları her halinde masum ve müstesna birer ilah yapmaz. Her yaptıklarının doğru olması da gerekmez.
Kuran İnsanı
Esasında ‘Kur’an insanı’ reel bir insan değildir. İdeal bir insandır. Kur’an’ın ‘kamil insan’ diye sıfatlarını aktardığı, bize tarif ettiği insan Hz. Muhammed Mustafa’dır (asv). Nitekim onun ahlakının Kuran olduğu bilinmektedir. Onun dışındaki tüm insanlar için, Kur’an’da tarif edilen insan bir ideal, bir ufuk tiptir. Diğer insanlar ona yaklaştığı nispette ‘kamil’ olurlar.
Bütün eylem ve sözleri tam Kur’anî olan yalnızca Hz. Muhammed (asv)’dir. Onun dışında hiç kimse için bir masumiyet ve her sıfatında ve eyleminde isabetli olma keyfiyeti yoktur.
Herhangi bir müminde veya sahabede bir fiilin eleştirilmesini mezhepsizlikle, sahabeye karşı saygısızlıkla nitelemek eğer fart-ı muhabbetten kaynaklanmıyorsa ağır bir haksızlıktır. Fartı muhabbetten hâsıl olan hal bir tür meczupluk sayılacağı için mazurdur.
Ben o iki insanı da seviyorum ve takip ettiğim kadarıyla da hakka taraftar biliyorum. Hüsnü zanlarına da bir mümin olarak talibim.