Eskiden bayram namazları camide değil ‘musalla’larda kılınırdı.
Musalla, bir camiye sığmayacak kadar geniş kitlelerin birlikte namaz kıldıkları yerin adıdır. (Camilerde üzerine cenazelerin konup namazının kılındığı düzenekle karıştırmayın). Orada sadece bir minber ve etrafı açık bir mihrap bulunurdu. Sonra bu gelenek öldü.
Selçuklular ve özelikle de Osmanlılar büyük fetihlerin öncesinde orduyu topladıkları alanlara da musalla derlerdi. Ordu sefere çıkmadan önce orada topluca Cuma namazı kılınır ve sonra sefere çıkılırdı.
Alp Arslan da Malazgirt‘e çıkmadan önce öyle bir musallada Cuma namazını kıldırmış, o ünlü konuşmasını yapmış, sonra da beyaz elbiseler giyinip atının kuyruğunu bağlamıştı. Türklerde atının kuyruğunu bağlamak, “bu uğurda şehit olmayı göze aldım” demektir.
Nitekim Anadolu’yu bu millete vatan haline getiren, onun kapılarını ebediyete kadar -inşallah- Müslüman Türk milletine açan, o savaş olmuştur.
İnsanların ve milletlerin hayatında böyle kritik zamanlar ve işler hep vardır. İnsanlar iradelerini ve niyetlerini kâmilen gösterince Allah da onu halk eder!
Hz. Peygamber(asv)’in hayatında da böyle kritik zamanlar ve mekânlar vardır. Hudeybiye meydanı ve muahedesi bana göre onların en birincisidir. Hudeybiye’de sahabe, sabrıyla ve ferasetiyle ‘bir taraf’ olduğunu, büyük başarılar için öfkesini yutulabileceğini gösterdi. Çünkü o günü orada, müşriklerin önde gelen isimlerinden Süheyl‘in, anlaşma şartları çerçevesinde Allah’ın Resulüne dayattıkları, kabullenilebilir değildi. H. Ömer (ra) zıvanadan çıkmış, öfkesinden çatacak birilerini arıyordu. Ama o gün o meydanda, zahirde üstünlüğü kendilerine almış olmalarına rağmen müşrikler, ebediyen mağlup olmuşlardı.
La Teknatu Min Rahmetillah
İşgal sırasında Halide Edip Adıvar‘ın çıkıp konuşma yaptığı Sultan Ahmet’teki miting de öyle bir gündü. O gün orada vicdanlarını, bedenlerini ve dualarını bir araya getiren insanlar, belki de top yekûn bir yok edilişin önünü kesmişlerdi. En azından kadere, “biz, bize dayatılan bu hale razı değiliz” demişlerdi. Kader nezdinde, bu zillete layık olmadıklarını göstermişlerdi. Ve sanıyorum, onun neticesinde de Allah, bu millete yeni bir diriliş imkânı vermiştir. O günün mağlubiyetinin istikbalin parlak ve şerefli günleriyle telafi edilmesini sağlamışlardır…
Yoksa Birinci Cihan Harbini bize dayatanların niyeti çok başka idi. Onların niyeti, Türk milletini Balkanlar’dan ve Anadolu’dan ebediyen atmaktı. Yapabilecek de güçtelerdi. Ama Cenab-ı Hak, bu milletin gösterdiği asil duruş, azim ve gayret hakkı için, olmazı oldurdu ve acil olarak bize bağımsız bir Cumhuriyet verdi, sonra da inşallah Asya tarlalarını, Rumeli bostanlarını ve Kafkas dağlarını yeniden iktidarının şemsiyesi altına alacağı zamanları vaad etti… Ankara’nın, Müştak Baba‘nın (V. 1700) deyişi ile “İstanbul ile hem-ser” olduğu ( yani Müslüman Türkün iktidarı açısından Ankara’nın da İstanbul gibi rol üstlendiği) bir dönem yaşaması mukadder oldu inşallah…
Bu olacaktır inşallah. “La teknatu min rahmetillih” buyurulmuş. Şimdi bir kere daha ümidimizi kesmediğimizi, bu şehre sahip olmaya layık olduğumuzu göstermemiz gerekiyor. Eski galipler, bu şehri elimizden almak için Taksim’in göbeğinde (Gezi olayları) hem de bizim insanlarımızla bize racon kesebileceklerini gösteriyorlar. Biz de onlara gösterelim ki bu şehir bizimdir ve bizim kalacaktır. Hem de öyledir. Zira Rasululahın vadi var: “Bir günlük bir saltanat bile olsa bu gerçekleşecektir” buyurmuş. O muhbir-i sadıktır. Vaadi yalan çıkmaz, çıkmamıştır. Şimdi bize düşen o vaade layık olduğumuzu göstermek!
Kınayıcıların Kınamasına Aldırsaydık…
Malum İstanbul’un fethinin gerçekleşeceğini haber veren hadisin metninde “Le-tuftahan-ne” tabiri geçer. Bu ifade “İstanbul muhakkak- fetholunacaktır-muhakkak…” demektir. İki tane “muhakkak” var. Bir de fiilin “edilgen gelecek zaman kipi”yle kullanılması var ki o daha da kuvvetli bir pekiştirmedir. Kimin alacağı, nasıl alacağı, niçin alacağı beyan edilmiyor. “Fetholunacaktır” deniliyor. Bu ifadenin bu şekilde tecelli etmesinin altında, ‘kim layık olursa o alır’ manası gizlidir. Müslüman Türkler buna layık olduğunu gösterdiler, Allah da onlara müyesser kıldı. Bu tarz ifade, Arapça dil yapısına göre açık olan pekiştirmelerden daha güçlü bir pekiştirmedir.
Ben bu ifadeyi âcizane kanaatimle hep, “İstanbul üç kere fetholunacak” şeklinde anladım. Nitekim ilk fetih, Sultan Fatih‘in onu alıp Müslüman şehirler arasına katmasıydı. İkinci fetih de onun, işgal kuvvetlerinin elinden alınmasıydı. Üçüncüsü ve en mühimim ise, onun Batı hegemonyası altındaki hacaletli, utançlı durumundan kurtarılmasıdır ki, bu fetih henüz tahakkuk etmiş değil. Asıl onun gerçekleşmesi lazım. Fakat nasıl?
Çünkü böyle bir şeyin tahakkuk etmesi sadece hamasetle olmaz. Neticede, İstanbul’un ruhunu ve imanını temsil eden Ayasofya, iki medeniyet arasındaki kavganın ‘alem’i haline gelmiş. Batı, onu yeniden kilise görmek için elinden geleni yapıyor. Biz ise onu camiye dönüştüreceğimiz anı bekliyoruz.
Türkiye maddeten ve manen, batının baskısını savabilecek hale gelmeyi bekledi hep. 1960’tan bu yana gelen geçen liderler cesaret edemedi onu camiye dönüştürmeye. Bediuzzaman, Menderes‘e, gelmekte olan felaketi savması için hemen Ayasofya’yı ibadete aç diye tavsiyede bulunmuştu. Demek ki bu mesele çevre ve güç işi değil, azim ve kararlılık işidir. O da bu işlerin raconunu elbette bilir. Menderes, “Batı ne der” diyerek kınayıcıların kınamasından korkarak, o tavsiyeyi yerine getiremedi. Şartların olgunlaşmadığını sanıyordu. Oysa eğer o zaman o tavsiyeyi emir bilip de imtisal etseydi, belki de bugün Türkiye çok farklı yerde olacak kendisi de idam edilmiş olmayacaktı. (Bu arada bendeniz, Ayasofya’nın açılmasının getireceği baskının, “One Minute”nin getirdiği baskı kadar bile olacağını sanmıyorum… Yeter ki millet hakikaten bu işin arkasından olduğunu kararlılıkla gösterin!
Bizim liderlerimiz maalesef öyle bir kararlılık gösteremiyorlar. Çünkü konjüktürün müsait ve uygun olmadığını sanıyorlar. Bu konuda, İslam dünyasının da ciddi ve samimi bir destek vermesi gerekiyor ya. Ama yazık ki bu iş, İslam ümmetinden ne Arapların ne Farsların umurunda. Onlar kendi içlerindeki belalarla cedelleşiyorlar. Bu iş yine Türk halkına düşüyor. İstanbul’un bize ait olduğunu, Ayasofya’ya ‘mabed’ olmanın yatıştığını göstermemiz gerekiyor. Atalarımız ve Ceddimiz o şehri hem fethetti hem işgalden kurtardı. Gelin biz de, onun ruhunu, yeniden hürriyetine kavuşturalım…
Ey Millet İş Yine Sana Düşüyor
Biz yıllardır “Arab’ın uyanması”nı bekledik, İslam’ın uyanması için…
Arap uyanmıyor. Çünkü uyanmasını istemiyorlar… Onu uyandırmak için de, bizim bir şeyler yapmamız gerekiyor. Hem Araplar, hem batılılar, Arap’ın uyanmasını sağlayacak olayların önünü tıkamak için ellerinden geleni yapıyorlar.
Medeni dünyanın ne kadar medeniyetsiz, insafsız ve aşağılık bir tabiata sahip olduğunu Mısır olayları bir kere daha gösterdi. Düşünün ki bir ordu, sahur vakti, bir zulmü protesto etmek maksadıyla toplanmış, oturmaktan başka da bir şey yapmayan masum insanların üzerine yüz binlerce mermi boşaltıyor. 200’den fazla kişiyor ölüyor, beşbin civarında kişi yaralanıyor, dünyadan bir cılız tepki bile yükselmiyor. Başta Arabistan ve Körfez ülkeleri de o askerlere kurşun parasını veriyor. Dünyadan tık yok, hatta o orduyu alkışlıyorlar. Bizde de ise üç beş çapulcunun üzerine polis biber gazı ile gitti diye kıyamet kopardılar!
Bu haller gösteriyor ki, Arabın uyanması daha uzun sürecek. Sünni dünyanın ıstırapları ve dertleri İran’ı da hiç ilgilendirmiyor. Daha sonradan Müslüman olmuş Hint, Afgan, Malzya vs. ise dinde öne geçmiş ağabeylerinin (Arap, Fars, Türk) hareketlerini gözlüyor.
O yüzden diyorum ki, Ey Müslüman Türk milleti, bütün unsurlarınla, bu iş yine sana düşüyor. Sen yapmasan bu iş yerde kalacak. Kalk ayağa! Kürdün, Çerkez’in, Laz’ınla öyle bir tavır sergile ki, Hem Arap uyansın, Hem Fars utansın, hem de yeni Müslüman kavimler geleceğe umutla baksın!
İstanbul’un ve Ayasofya’nın sahibinin sen olduğunu âleme göster! Bu şehrin bir Müslüman şehir olduğunu, Ayasofya’nın da Allah’a adanmış bir mabet olduğunu ilan et. Halinle, tavrınla, cesaretinle ve cesametinle…
Bu amaçla, önümüzdeki Ramazan Bayramı namazının, Sultanahmet meydanında en az bir milyon kişi ile birlikte kılınması gibi güzel bir çaba var. Ona destek ver!
Ben derim ki İstanbul’da bulunacak herkes bir yol bulup oraya varmalı. Kadın, kız, kızan. Çoluk çocuk, namaz kılsın kılmasın kadın, erkek, lohusalı, hayızlı, adetli kadınlar -çünkü yapılacak toplu duada bulunmak gerekir-, hatta özürlülerimizi ve engellilerimizi de yanımıza alalım ki Mele-i Âla’nın dikkatini celb edelim! Rabbin merhametini üzerimize çekelim! Orada Rabbe niyaz edelim. Herkes yanında bir diğerine hediye edebileceği bir şeyler de alsın! Orayı “Rabbani bir Sunak” haline getirelim ve âleme gösterelim ki İslam hala diridir. Müslümanlar hala ayaktadır ve bu Millet hala ‘İslam’ın Bayraktarı’dır.
İnsanların hayatında, Kur’an’ın ifadesiyle ‘eyyamullah’ (Allah’ın günleri) denilen günler vardır. O günler, Rabbimizin, insanların hayatını dokunduğu gündür. Çünkü insanın iradesini beyanı, çok ama çok mühimdir. Keşke mümkün olsa da tüm İstanbul o gün oraya taşınsa ve bu Müslüman halk, Allah’a kendi yolunda sabit kadem olduğunu gösterse. Bakın bakalım ne oluyor!
Gelin kendimizi ve çocuklarımı, kadınlarımızı ve dostlarımızı oraya taşıyalım ve Allah’a, bize yardım etmesi için bir ‘fırsat’ verelim! Çünkü biz samimi azmimizi ve niyetimizi ortaya koysak Allah takdirinde yoksa bile onu halk eder!
Gelin bu şehre layık olduğumuzu, hala İslam’ın bahadır evladı olduğumuzu, tahsil görmek üzere her biri başka bir kıtaya dağılmış bulunan İslam evladının diplomalarının alıp işlerinin başına geçtiklerini âleme gösterelim! Bakın bakalım ne olur!
Allahu ekber ve lillahi’l-hamd!