‘Cihana Gelmeden Maksat Şu Tatbikatı Görmektir’

Fizikçiler, bu kainatın, saniyenin 10 üzeri eksi 53 ile 10 üzeri eksi 43 zaman dilimi içinde gerçekleşip tamamlandığını söylerler. Odan sonrası malum…

Şu şöyle patladı, beriki böyle çatladı, proton, nötron, elektror, takyon, katyon kuark, plank vs vs… ve alem önümüzde duruyor.

Allah katında ise her şey bir andı. Ol dedi ve oldu. Bize göre ise o olmaya devam ediyor.

Evet, Allah’ın indinde önce ve yalnız sonuçlar vardır. O sonuçlara nasıl varılacağını bilmemizi için de ilim dediğimiz silsile-i meratib[2]i yaratmıştır. Onun kudretini, efalini taklit edebilelim diye…

Neydi maksat âlemi var etmekte?

Bilinmek!

“Ben gizli bir hazine idim, bilinmek bana sevimli geldi”. Ve âlemi var etti. Sonra da o âlemin içine, müdrik olan insanı yerleştirdi ki, bilme işi kemale ersin! -Biz insanlardan başka da bilen var çünkü-  Ama bizler 300 milyon senedir, bu iş nasıl oldu, nasıl meydana geldi tartışıp duruyoruz. Bitmiyor, bitmedi, bitmeyecek…

Bugün siyaset ve cemaat âlemimizde yaşanmakta olanlar da oldu ve bitti. Bundan sonra sadece o neticeyi neden hak ettiğimizin manevi gerekçelerinin tezahürüne tanık olacağız! Ve tabii doğacak her yeni kanıtı, her iki taraf da kendi haklılığının gerekçesi yapacak…

Yaşanan olaylar, esasında bize sınavda sorulan sorular gibidir.  Mesela, hukuk ya da ekonomi alanında tahsil görenlere bazen bir vukuat veya bir ekonomik kriz profili çizilir, sonra da öğrenciye sorulur çözümlemesi için.

Hoca öğrencinin meseleye yaklaşımından, neticeye varış şeklinden, o disiplinin kurallarını anlayıp anlamadığına karar verir; ya sınıfı geçirir ya da tekrarını ister…

Yaşanmakta olan hadiseler de bizim imanımız, insaniyetimiz, ahlakımız, dostluğumuz, vefamız ve duruşumuzun netleşmesini sağlayacak cinsten şeylerdir. Hadiseler karşısında tavır alırken, Rabin rızasını mı gözetiyoruz, nefsimizin ihtirasını mı tercih ediyoruz, açığa çıksın diye. Sonunda o sahne kapanır, iş Allah’ın dediği yere varır. Ama o hadiseye yaşayan herkes, amel defterine sayısız haşiyeler düşürmüş olur. Rabbin huzurunda karnemizi alırken, ‘hal ve gidiş hanesi iyi veya pekiyi ise” yırttık demektir. Aksi takdirde va esefa!

Bu hayhuy içerisinde bu yazımın kale alınmayacağını biliyorum.

Benden de bir tarafa oturup öbür tarafa çemkirmemi bekliyorsunuz ama inşallah yapmayacağım. Geçenlerde öyle bir yazı yazdım bedduadan sonra. Gece yazdım ama göndermedim. Sonra rüya gördüm ve vaz geçtim. Anladım ki, bulunduğum yerde durmalıyım.

Öyle yaptım. Ben size sadece, aldığınız her tavrın hesabını vermek zorunda kalacağınızı hatırlatayım.

Şahsen benim gönlüm ne ‘reis’ten[3]  vaz geçiyor ne Muhterem Hocam’dan[4].

Onların arasındaki kavga beni fazla ırgalamıyor. Çünkü bazen kader, iki hak ehlini de birbirine düşürür. Ta ki müminleri, bir de onlar üzerinden imtihana atsın diye… O iki zat, birbirinin hakikatlerini bilmedikleri için birbirleriyle kavga edebilirler. -Geçmişet Abdülhakim Arvasi Hazretleri ile Bediuzzaman arasında geçen tartışma gibi- Makamı, onlara denk olmayanlar o kavgaya dâhil olurlarsa muhakkak ki hata ederler… O yüzden girmiyorum. Çünkü bazen onun, bazen bunun yaptıkları aklıma sığmıyor.

Ben iktidarın, cemaati neden küstürdüğünü anlayamıyorum. Zira benim bildiğim, hükümet kavgayı başlattı ilk, YÖK üzerinden. Üstelik belki on kere “Ey Ak Parti sizin en büyük başarınız Nurcuları da Milli Görüş çizgisinden gelen bir ekibe oy vermeye ikna etmenizdir” dediğim halde…

Ben Hoca Efendinin neden öyle ağır bir bedduada bulunma ihtiyacı duyduğunu da anlayamıyorum. Bu durumda, ya Musa makamını takınıp ikide bir Hızır’ı taciz edeceğim “ vay nasıl bunu yaparsın?” diye.  Ya da sabırla bekleyeceğim ki o anlatsın “neyi niçin yaptığını”. İnsanların yüzde 99.9’u Hızır’ı “neden bunu yaptın” diye taciz ediyor… Hakları da yok değil! Çünkü Müslüman anlamadığını sorma iznine sahiptir. Karşısındaki resul bile olsa!

Yapacak bir şey yok. İnsan bu! Tabiatı acûl! Sonunda görecek neye müstahak olduğunu amma oraya varıncaya kadar bari dilini tutabilse, kendine yeni veballer yüklemese.

Peygamber efendimizin (asv), Kehf suresindeki o ayetler indikten sonra “Ah kardeşim Musa! Biraz dilini tutabilseydin, daha neler görecektin” dediği aktarılır… Bizler de acele etmesek, yani Hızır’ı bıktırmasak, belki çok daha büyük hikmetler yaşayacağız… Ne ise olacak, olacak…

***

2003’te Sevgili başbakanımıza bir mektup göndermiştim. Önünde çok güzel günler bulunduğunu, 80 yıllık bir çabanın meyvelerinin bu tarihlerden sonra devşirilmeye başlanacağını, bunun da kendisinin eliyle ümmete bahşedileceğini, buna karşılık, yapması gerekenin de, zamanın ve siyasetin biz Müslümanlarvi cemaatler arasına soktuğu kalbi nefretleri ortadan kaldırmak olduğunu hatırlatmıştım. Ve demiştim ki “sakın ha sakın, o başarıları kendi eserin bilme! Bilirsen sen ve ekibin şöyle şöyle olur”.

O mektubu okuduğunu biliyorum. Çünkü ondan sonra iki yakam bir araya gelmedi… Meseleyi tilkinin kuyruğu meselesine dönüştürmeyeceğim. Ama diyeceğim ki “Ey reis, yüreğin artık o kadar büyümüş, göğsün o kadar genişlemiş olmalı ki ümmetin tüm kesimlerini kucaklayabilecek kapasitedesin. Allah 32 diş vermiş, bir dili korumak için. Onu yap!”

Ve sevgili hocam, vallahi size laf etmeye haddim müsaade etmiyor. Ama insanlığın tümünü kucaklayacak kadar geniş olduğunu bildiğim yüreğinden o nefret dolu bedduaları nasıl ve niçin çıkardığını hala anlayabilmiş değilim. Meşrebinin aslı olan İseviyette bir yanağına vurana öteki yanağını göstermek de varken, neden öfke cihetini ihtiyar ettin anlamıyorum. Anlamaya da çalışmıyorum amma sadece anlamıyorum.  Cenab-ı hak “leağlibenne ene ve rusulî” buyurmuş. Neden telaş ediyorsunuz?

Sizin için kaygılara düştüğüm bir gecede, bana o sıkıntılarınızdan nasıl kurtulacağınız gösterilmişti. Enbiya Suresinin 83-94 ayetlerinden size bir ‘meab’ oluşturulmuştu. Onu size ulaştırdım ve ardından Amerika’ya gidiş tahakkuk etti!

Hani bu günlerde, reis ile, birbirinize yaptığınız iyilikleri hatırlatıyorsunuz ya, bendeniz de size olan muhabbetlerimi hatırlatmak istedim…

VE BİR KAÇ RÜYA

Bana çok rüya gelir yorumlamam için. O yüzden de insanların ne düşündüğünü, İŞLERİN NEREYE DOĞRU AKTIĞINI çoğu sosyal yorumcudan dahi iyi takip edebiliyorum diyebilirim. Geçenlerde -adını vermeyeceğim- cemaatte uzun süre kalmış şimdilerde de dostluğu devam eden ama biraz gevşetmişimin ilginç bir rüyası bana ulaştırıldı:

Birincisi

Rüyasında bir duvarın yarıldığını görüyor. Yarılan duvarın ötesinde yemyeşil bir arazi görünüyor. Bakıyor yaşlı nur yüzlü biri o yeşilliklerin içinde bir duvarın dibinde oturmuş. Derken bir bakmış ki karşıdan Resululah geliyor. Yanında dört halifesi ve bazı dostları var. Hepsi askeri kıyafet içinde… Peygamber efendimiz gelip o mübarek zatın huzurunda duruyor. Sert bir ifade ile, o zata “Ümetimin içine fitne sokmayın” diye üç kere tekrar ediyor. O zat ayağa kalkıyor ve tam o anda anlıyor ki o mübarek yaşlı zat Hz. İbrahim’dir! Hz. İbrahim mahcup bir şekilde “Emrin olur Ya Rasulallah, emrin olur Ya Rasullah” diyor. Bunun üzerine savaşmak için gelmiş gibi görünen Peygamberimiz arkasını dönüp gidiyor.

İkincisi:

Benim gördüğüm bir rüya!

Rüyamda Kılıçdaroğlunun evindeymişim. Sanki danışmanıyım. Sevimli bir oğlu var. Onunla çocuksu konuşuyorum. Kılıçdarolu da güya İstanbul’un başkanı imiş. Rüyanın içinde, bunun benim açımdan iyi bir şey olup olmadığını zihnimde tartışıyorum ama ordayım. Acilen ayrılmalıyım diyorum. Ayrılmak için kalktım ama uyandım.

İçimde konuşan tabirci, “sen bu rüyada Türkiye’yi temsil ediyordun”, dedi!

Üçüncüsü:

İstifaların sabahında gördüğüm bir rüya!

Rüyamda beni bir kuyuya atıyorlar. Kuyuya düşerken bakıyorum ki demir bir merdiven var. Tutundum ve hızla yukarı çıktım. Sonra bir kere daha beni kuyuya attılar bu kere de sanki kuyunun dibinde bir fırlatıcı varmış da o beni kuyunun ağzına fırlatıyor. “Bu Allahın bana açık bir ikramı diyorum ve tutunup çıkıyorum”.  Sonra orada bulunanlarla birlikte büyük bir binaya gidiyoruz. Hepsi sessiz ve siyahlı giyinmişler. Başlarında kukuleta var. Yüzleri de kapalı. Bodruma iniyorlar ben de sanki mecburmuşum gibi onları takip ediyorum. Birden kendi kendime  “Bunlar beni kuyuya atanlar değil mi? Niçin onlarla bodruma ineyim ki!” diyorum. Ve orada durdum, onlar aşağı indiler ben üst kata çıkan merdivenlere yöneldim. Ve uyandım.

İçimdeki muabbir bu kere bana “Sen bu rüyada Tayyip Erdoğan’ı temsin ettin” dedi…

Allah hayretsin… Tabiri içinde rüyalar. Hele “Erdoğan” beyin istifası… Tam bir kuyuya atma operasyonu.

Bence Tayyip Erdoğan artık etkin ama sükûnetli bir yol ihtiyar etmeli. Birleri onu bodruma indirmek istiyor!

Allah bu millete ve ona hizmet edenlere merhamet etsin!


[1]) Yazılmış alnına her neyse filin, reddi nâ kabil

Hüner, şu defteri a’mâl-i ömrü hoşça dürmektir!

Musaddaktır bu dava ta ezelden mühr-i hikmetle

Cihana gelmeden maksat şu tatbikatı görmektir.

Neyzen Tevfik!

[2]) Hazerat-ı Hams. Beş evreden geçerek edvarı alemi tamamladı. Eşya Ceberutta idi, Lahuta indirildi, Nasut halini aldı, melekuta dönüştürüldü ve mülk halinde tezahür etti…

[3]) –ki benim adımı bile duymak istemediğini en az bir kaç kişiye söylemiştir

[4]) –ki bir kere bile kendi işlerine beni katmamışlardır ve değer vermemişlerdir

Hakkında Mehmet Ali Bulut

1954’te Gaziantep’in İslâhiye ilçesinin Kerküt köyünde doğdu. İlkokulu burada tamamladı. Gaziantep İmam Hatip Lisesini ve ardından Gaziantep Lisesini bitirdi. 1978 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap ve Fars Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nden mezun oldu. Aynı Fakülte’nin Tarih Bölümünde doktora tezi hazırlamaya başladı. 1979 yılında Tercüman Gazetesi’ne girdi. Tercüman Kütüphanesinin kurulması ve kitapların tasnifinde görev aldı. Birçok kitap ve ansiklopedinin yazılmasına ve hazırlanmasına katkıda bulundu… Daha sonra gazetenin, haber merkezi ve yurt haberlerinde çalıştı. Yurt Haberler Müdürü oldu. Köşe yazıları yazdı… 1991 yılında Haber koordinatörü olarak Ortadoğu Gazetesi’ne geçti. Bu gazete 5 yıl süreyle köşe yazarlığı yaptı. Yeni Sayfa ve Önce Vatan Gazetelerinde günlük yazıları ve araştırmaları yayınlandı. 1993 yılında haber editörü olarak İhlas Haber Ajansı’na girdi. Kısa bir süre sonra ajansın haber müdürlüğüne getirildi. Mahalli bir ajans konumundaki İhlas Haber Ajansı, onun haber müdürlüğü döneminde Türkiye’nin ve Ortodoğu’nun en büyük görüntülü haber ajansı konumuna yükseldi. 1997 yılında İHA’dan ayrılmak zorunda kaldı. Bir grup arkadaşıyla birlikte Veri Haber Ajansı’nı kurdu. Finansal sıkıntılardan dolayı Ajansı kapattı. 1999 yılında BRT Televizyonuna girdi. Haber editörü ve program yapımcısı olarak görev yaptı. 2001 Mayısında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Basın danışmanlığına getirildi. 3 yıl bu görevde kaldı. Bir süre Ali Müfit Gürtuna’nın basın ve siyasi danışmanlığını yaptı. Turkuaz Hareket’in mantalitesinin oluşturulmasında büyük katkısı oldu. Bugün Gazetesi Yurt Haberler müdürü olarak çalışan Bulut, emekli ve sürekli basın kartı hamilidir. Eserleri: Karakter Tahlilleri, Dört Halifenin Hayatı, Geleceğinizi Okuyun, Rüya Tabirleri, Asya’nın Ayak Sesleri, Ansiklopedik İslam Sözlüğü, Türkçe Dualar, Fardipli Sinha, Derviş ve Sinha, Ruhun Deşifresi, Gizemli Sorular, Ahkamsız Hükümler, Can Boğazdan Çıkar, Sofra Başı Sağlık Sohbetleri gibi yayınlanma aşamasında olan çeşitli eserleri bulunmaktadır. Roman ve Hikaye: Mehmet Ali Bulut’un Roman türünde yazılmış Fardihli Sinha, Derviş ile Sinha adında iki romanı ve aynı serinin devamı olarak Zu Nima ve Fardipli Sinha 2 ve Fardipli Sinha 3 tamamlanma aşamasındadır. Diğer çalışmaları: Çeşitli dergilerde yayınlanmış çok sayıda makalesi, şiirleri bulunan Mehmet Ali Bulut son dönemdeki yazılarını haber7.com’da yayınlamaktadır. Bulut evli ve bir kızı vardır.

Ayrıca Bakınız

Çanakkale Geçilmedi…

Elhamdülillah, bu millet bir kez daha Çanakkale’nin geçilmez olduğunu gösterdi. Bir kere daha, bu millet, …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir