Hiçbir Barış Anlaşması Adil Olmaz [1]

Ortalık, aymazlar ve aymazlıklarla dolu… Mangallarda kül kalmadı… Her kafadan bir ses çıkıyor. Herkes muahede uzmanı kesilmiş.

Türkiye, askeriyle siviliyle 40 yıldır, içinden çıkamadığı, çözemediği, her gün yüreğimize yeni kinler ve nefretler yığan; kadim bir dostluğu, ebedî bir kardeşliği dinamitleyen kanlı bir terör belasını çözmek için bir fırsat yakalamış, her kafadan bir ses çıkıyor.

Barışı mı istemiyorlar, barışın ‘AKP’ eliyle olmasına mı kızıyorlar yahut barıştan yanadırlar da barış yapma yöntemine mi kızıyorlar belli değil.

Herkes uzman kesilmiş maşallah. Herkes her şeyi biliyor. Kimse de çıkıp demiyor ki “Bre ahmaklar, madem bu kadar uzmandınız, neden şu kadar yıldır dağdaki eşkıyayı indirmenin,  akan kanlara dur diyebilmenin bir yolunu bulamadınız?”

Evet, ben de biliyorum bu savaş Kürt-Türk savaşı değil. Evet, ben de biliyorum bu kavga her iki halka rağmen devam ettirildi. Evet, ben de biliyorum ki bu işlerde Amerika’nın da İsrail’in de Almanya, Fransa, İngiltere, hatta Yunanistan, Suriye, İran ve Rusya’nın da parmağı var. Birisinin razı olacağı bir yaklaşım ötekine uymaz. Birinin menfaatine olan, ötekinin zararınadır.

Zaten bu değil miydi ki iş hep sürüncemede kaldı? Bu ateşi söndürmek için uğraşanlar bertaraf edildi. Ne canlar, ne kıymetler harcandı bu pis ve adı konmamış savaşın içinde.

Şimdi bir fırsat doğmuş, bu işin çözülme ihtimali belirmiş, hâlâ bir yığın aymaz işe taş koymaya çalışıyor.

Güya kendileri de barıştan yanadırlar. Ama adil bir barış istiyorlar…

Kardeşim bana dünya tarihinde, her iki tarafın tam ve gerçek manada memnun olduğu bir barış anlaşması söyleyin o halde. Bizim tarihimizdeki en yakın barış anlaşması Lozan’dır. Biz yıllarca onu bir zafer gibi sunduk. Peki, Lozan gerçekten Türk milletinin menfaatlerini temel alan bir barış mıydı?

Elbette ki hayır!

Lozan Barış Anlaşması

O, Batı’nın bize bir dayatmasıydı. Sadece acıtacak yanları biraz köreltilip barış diye takdim edilerek yine böğrümüze saplandı. Sevr acı bir hançerdi, Lozan’da o biraz daha kör bir bıçağa dönüştürüldü. Esasında Sevr ile bize dayatılan maddelerin büyük bir kısmı hiç değiştirilmeden, bir kısmı da âleme karşı güya bizim de memnun edildiğimizi gösterir bir şekle büründürüldü.

Lozan’da en çok itiraz ettiğimiz kapitülasyonlar konusuydu. Kapitülasyonları kabul etmediğimiz için Lozan Barış Anlaşması tamamlanmadan sona ermişti. Sonraki görüşmelerde güya bizim tezlerimizi kabul etmiş görünerek, tüm taleplerini bize yedirdiler. 1973 yılına kadar Türkiye kapitülasyonları ödemeye devam etti. İzmir İktisat Kongresi’nde “Yabancı sermayeye karşı olmadığımızı” (yani kapitülasyonları kabul ettiğimizi) deklare ettik de Lozan Barış Anlaşması öyle imzalandı. Detaylarını merak edenler, Süha Lemi Merey’in üç ciltlik Lozan Tutanakları kitabını alsın okusunlar.

Görüşmelerin birinci döneminde hiçbir şeye evet demeyen galipler, ikinci dönemde her şeye evet dediler. Hatta Lord Curzon, zaman zaman diğer delegelere karşı Türkiye’nin haklarını savundu. Bulgar delegesi “Edirne’yi bize verin!” diye ısrar edince Curzon, “Selimiye’nin minaresini nereye koyacaksınız?” demişti.

Neden? Çünkü o, alacağını almıştı.

Nitekim Türkiye Cumhuriyeti’nin daha sonraki tüm yaptırım ve girişimleri, halkına dayatmaları, hep Batı’nın, daha doğrusu İngiltere’nin arzuları istikametinde oldu. Onların istediği  şey şu idi; “Batı’nın hegemonyası devam etsin, Türkler Batı için tehdit olmasın yeter!”

Lozan’ın neyi bizim lehimizeydi?

Hemen hemen hiçbir şeyi!

Peki yapmamalı mıydık? O şartlarda tabii ki yapmalıydık. Çünkü bu anlaşma, yeniden insanlık ailesi içinde bir devletimizin olmasını sağladı. Evet, bizim lehimize olacak belki sadece bu tarafıydı ama mağlup olmuş, ordusu tasfiye edilmiş bir milletin, milis kuvvetleriyle güç bela kurduğu yeni devletin resmen tanınması yeter avantajdı.

Gerisi?

Gerisini zaman belirleyecekti.

Ve belirledi… Bugün Türkiye hızla yeniden dünya siyasetinin aktörlerinden biri olma yolunda ilerliyor, çok şükür!

Elbette tarihi süreç içinde Lozan Barış Anlaşması, eleştirilebilir. Çünkü bir barıştan ziyade tek taraflı bir dayatma görünümündedir. Amma biraz tarih bilgisine sahip olanlar bilir ki Lozan Barış Anlaşması’dır bu ülkenin teminatı.

Bugün bütün kusur ve ayıplarına rağmen rahatlıkla diyebiliyoruz ki “İyi ki o barış anlaşmasını yaptılar!”

Yapılmasaydı, emin olabilirsiniz, bugün elimizde Türkiye’nin şu mevcut arazileri de olmazdı.

Bendeniz, tarih içinde, her iki tarafı tam anlamıyla memnun kaldığı bir barış anlaşması hatırlamıyorum. Lozan bunun en yakın örneği olduğundan hatırlanması adına onu verdim. Bilen varsa söylesin.

Tabii şu bir gerçek! Barışın sağladığı ortamın daha sonra kimin lehine veya aleyhine olacağını zaman ve gidişat belirler. Barış ortamının sağladığı huzur ortamını kendi lehine veya aleyhine çevirmek, sonraki süreçlerin göstereceği,  insanın kendi elindeki bir tasarruftur. Kimi durumda lehte zannedilen bir barış anlaşmasının aleyhe tecelli ettiği de görülebilir. Bunun örneği Avusturya ile Osmanlı arasında 1606 yılında yapılan Zitvatoruk Anlaşmasıdır. O anlaşmada Padişah, yalnızca protokol yönünden Habsburg Kralı’nı Sultan ile denk kabul etti. Diğer maddelerin nerede ise tamamı Avusturya aleyhine idi. Ama işte o maddedir ki, Osmanlı’yı Avrupalıların gözünde ‘artık dokunulabilir’ kılmıştır. Oysa günün şartlarında Osmanlı, kendi lehinde sayılacak bir anlaşma yaptığını düşünmüştü.

Bazen de aleyhte görülen bir antlaşma, lehinize dönebilir.  Tıpkı Hudeybiye Barışı’nda olduğu gibi.

Hudeybiye Anlaşması

Hudeybiye Barış Anlaşması’nı düşünün. Hicretin altıncı yılıydı. Peygamberimiz (asv) o yıl ashabıyla birlikte hac ziyareti için Mekke’ye doğru yola çıkmıştı. Mekkeliler Müslümanların savaş için geldiklerini zannedip anlaşma teklif e. Yapılan anlaşma o kadar ağır bir metindi ki Müslümanlar için, Hz. Ali metni yazmayı reddetti.

Anlaşmanın adı bile Müslümanlar için onur kırıcı idi. “Mekke lideri Süheyl ile Abdullah’ın oğlu Muhammed arasında yapılan bir anlaşma” diye tarihe geçmiştir.

Müşrikler, mühür kısmına, ‘Allah’ın Resulu Muhammed’ ifadesini yazmayı dahi kabul etmediler. Mekkeliler adına barış imzalamakla görevli Süheyl, “Biz senin Resul olduğunu kabul etsek seninle niçin savaşalım ki!” demişti. “Sen bizim için Abdullah’ın oğlu Muhammed’sin!”

Diğer maddeleri de bundan daha az ağır neticeler ihtiva etmiyordu. Hz. Ali o ifadeleri yazmayı imanına ve onuruna yediremedi. Yazmak istemedi. Bunun üzerine Peygamberiz (asv) elinin onun elinin üzerine koyarak “ben yazıyorum farz et” demeye getirdi… ve maddeleri yazdırdı. İşte o maddeler:

1-Müslümanlarla karşı taraf arasında 10 yıl savaş olmayacak, iki tarafın hiçbiri diğerinin malına ve canına el atmayacak.

2-Müslümanlar bu yıl Kâbe’yi ziyaret etmeksizin geri dönecekler. Gelecek yıl üç günden fazla olmamak üzere Mekke’ye gelip Beytullah’ı ziyaret edecekler. Bu üç gün süresince Mekkeliler şehir dışına çıkacaklar.

3-Müslümanlardan Kureyş’e sığınacak olanlar iade edilmeyecek. Fakat herhangi bir Kureyşli/Mekkeli  ne gerekçe ile olursa olsun Müslümanlara sığınacak olursa o iade edilecek.

4-Müslümanlardan hac, umre ve ticaret için Mekke’ye gideceklerin canları ve malları güven altında olacak. Kureyş tarafında Mısır’a ve Şam’a gidenlerle ticarette bulunmak üzere Medine’ye gelenlerin de canları ve malları güven altında bulunacak.

5-Kureyş’ten başka diğer kabileler isterlerse Müslümanların, isterlerse Kureyş’in koruması altına girebilecek.

İmdiii… Altına Resulullah’ın imza attığı şu barış anlaşmasının sizce neresi adil, neresi eşit?

Değil. Değil ama O, nübüvvet ferasetiyle, 10 yılık barış sürecinin nasıl tecelli edeceğini biliyordu. Çünkü Kureyş’in elinde eski adet ve korkularından başka bir şey yoktu. Ama İslam, barış, huzur, saadet demekti. İnsanlığın muhtaç olduğu hakikatleri taşıyordu. Serbest bir rekabet ortamı oluştuğunda, biliyordu ki insanlar, fevç fevç İslama koşacaklar. İşte bu hakikatin görülmesi hatrına dahi diğer tüm maddeleri kabul etti.

Türkiye’nin Onurdan Çok Barışa İhtiyacı Var

Çünkü esas olan barıştır, barış ortamıdır. Barış ortamında kimin malı düzgün ise kimin fikri mergub ise o kazanır. Türkiye’nin de böylesi bir barış ortamına ihtiyacı var. Çünkü şu terör meselesi, hakikaten Türkiye’nin yapması gerekenleri yapmasına mani oluyor. Açılımımızı, gelişmemizi, büyümemizi, kendimize güvenmemizi baltalıyor bu süreç. Türkiye sadece 10 yıllık bir huzur dönemi yaşasa neler yaşanabileceğini hepimiz göreceğiz, emin olun. Bizim sadece ve sadece o huzur ortamına ihtiyacımız.

Yok, efendim, ordu PKK çekilmeden çekilmiş de… Bunun da bir düzmece olma ihtimali varmış da… falan feşmekan. Siz silah bıraktırın, yahut eli silahlı olanları sınır dışına gönderin. İnsanlarımız, yeniden kendi iradeleriyle o bölgede yaşamaya koyulsunlar, görün bakalım ne olacak!

Dolayısıyla efendim,  barış şöyle olacak böyle olacak diye muhalefet edenler iyi niyetli değiller.

Evet, bu barış bize rağmen ve PKK’ya rağmen oluyor. Yani diyelim ki Amerika, terör eliyle güçsüzleştirilmiş bir Türkiye’nin artık kendi menfaatine olmadığını gördü. Diyelim ki, İran etkisinin çoğaldığını, bunun da Rusya ve Çin’in işine yaradığını hissetti ve sırf kendi menfaati için bu barışı istiyor. Bunun neresi aleyhimize peki?

Zaten öyle ya da böyle her istediğini almıyor mu? Alıyor. Şimdi o kendi menfaatlerini yine temin edecek ama ben de devam etmekte olan bir kan kaybından kurtulacağım. Bunun neresi yanlış? Neyine itiraz ederler?

Fesuphanallah!

Ak Parti Eliyle Olacak Barış Hayır Diyorsanız O başka

Yazık ki, bir kesim var AK Parti eliyle gelecek bir huzura bile düşmanlık ediyorlar. Yahu bu nasıl milliyetçilik veya ulusalcılıktır ki, tek Ak Parti eliyle gerçekleşecek diye barışa karşı çıkarlar. Kendileri olsaydı bu barışı nasıl temin edeceklerdi. Bir öneri duydunuz mu, bir teklif, bir çare! Yok. Sadece istemiyorlar. Yangını Tayyip bey söndürdü denmesin de memleket yanmaya devam etsin öyle mi?

Bu bir siyaset/muhalefet falan değil. Bu inat efendinin, garaz ağanın, mösyö gevezenin kör cehaleti! Esasında bunlar Allah korusun bin yıl ömürleri olsa, bin yılda bin değişik yönetim gelse hep muhalefet edecekler. Kalbi diri olmayana hiçbir hidayet fayda vermiyor yazık!

Maalesef bu, hasta bir ruh halidir. Hayır varken şerri, aydınlık varken karanlığı, huzur varken kaosu, barış varken husumeti, muhabbet varken adaveti tercih edenler ‘alem-i hayr’da kaale alınmazlar. Çünkü onların tek arzusu bir tek hal üzre kalmak; yani ‘atalar dini’ne uymaktır. Oysa değişim ve tekâmül, kâinatın en temel yasasıdır.

Değişime ayak uyduramayanlar, eskisi gibi kalmak isteyenler kibirli ama korkak zavallılardır. Zayıftırlar çünkü doğacak yeni şartlara hazır değiller. Cahildirler çünkü riski yönetmeyi bilmezler. Bir lokma bir hırkaya razıdırlar. Fakat bilmiyorlar ki buna razı olanlara, hayat razı değildir ki, varlıklarını sürdürsünler.

Milletler Fedakarlıkla Büyür

Bir zamanlar bir okuyucum,  “Büyük ülkeler, büyük fedakârlıklar üzerine bina edilmiş ve sürdürülmüştür.” cümleme kızıp Amerikalıların Kızılderilileri, Portekizlilerin Aztek ve İnkaları nasıl yok ettiğini hatırlatmıştı. Yani zımnen diyordu ki, biz de PKK’yı öyle yok etmeliyiz ki büyüyelim.

Peki, kardeş 30 yıldır elinden tutan mı vardı? Neden yapamadın? Yapamadın ki iş bu noktaya geldi! “Acaba neden daha eski ve daha tecrübeli olan Aztekler, İnkalar, Mayalılar, Kızılderililer kendi varlıklarını çapulcu Amerikalılara karşı koruyamadılar? Hangi basiretsizlikleri veya halleri onların yok olmaya sürükledi?” diye sorması gerekirken, “Amerikalılar fedakârlık yapmadılar. Kırdılar geçirdiler öyle büyüdüler.” demeye getiriyor.

Evet, bir millet, kendisini geliştiremez, taallümle tekamülü yakalayamazsa geri düşer ve zaman içinde de yok olur gider. Kendi problemlerini kendi içinde çözemezse, birileri gelir çözer. O zaman da ne Allah onlara merhamet eder, ne kader onlara insaf eder!

Tekrara düşmüş, atasının bildiğinden başka ezberi kalmamış, kör, sağır, putlaştırılmış kavram, düşünce kalıpları, şahıs ve müesseselerin ruhundan istimdat eden toplumlar, insafsızca yok edilirler ve bu adalet-i ilahiyeye de ters düşmez!

“Kulle yevmin huve fi şe’n” buyuruyor Cenab-ı Hak kendi Zatı için. Haşa “O” değişiyor mu ki, “Ben her anda başka bir şandayım.” buyursun. Hayır hayır, bu ayet, bize evrendeki temel dinamiği hatırlatıyor. Değişime ayık uyduramazsan bertaraf edilirsin!

Evet değişim! Doğru yönde değişim ve gelişim olmazsa, ya gider, 600 yıl önceki örfü, olduğu gibi getirip zamana uygular ve İstanbul’un göbeğinde, XII-XIII. yüzyıl İran kıyafetleriyle dolaşırsınız veya onuncu yıl marşları eşliğinde 1920’li 30’lu yılların yarı tiranlık uygulamalarını ilericilik ve cumhuriyetçilik zannedersiniz! İkisi de aynı ruh halinin yansımalarıdır…

Tepkileri de aynı, takdirleri de… Ya karşısınız, ya taraf… Akla kapı açan hiçbir teklif, lügatlerinde yer bulamıyor. Her yeni teklif getireni ya hain ya dinsiz ilan ediyorlar.

Açık söyleyin. Bu terör belası bitsin istiyor musunuz istemiyor musunuz!

İstiyorsanız bilin ki barış anlaşmaları, eğer ülkeler arasında ise adil olmaz. Halklar arasında ise illa bir kısım kalpler muğber kalır. O muğber kalpleri zaman tedavi eder.

Bu böyledir. Bir Müslüman sadece adı gereği bile olsa barıştan yanadır. Biz ise muhabbet fedaisi olmaya adayız. Husumete vaktimiz yok. İslam yurtlarının durumu, eski husumetleri derhal ve hemen terk etmemiz gerektiğini telkin ediyor.

Beş on yıllık bir huzurlu dönem bile çok şeyi değiştirir.

Selam ve dua ile…


[1]) Bu yazıyı iki hafta önce yazmaya başladım. Fakat yazık ki araya bir yığın mani girdi ve ikmal edilmesi bu güne kaldı.

Hakkında Mehmet Ali Bulut

1954’te Gaziantep’in İslâhiye ilçesinin Kerküt köyünde doğdu. İlkokulu burada tamamladı. Gaziantep İmam Hatip Lisesini ve ardından Gaziantep Lisesini bitirdi. 1978 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap ve Fars Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nden mezun oldu. Aynı Fakülte’nin Tarih Bölümünde doktora tezi hazırlamaya başladı. 1979 yılında Tercüman Gazetesi’ne girdi. Tercüman Kütüphanesinin kurulması ve kitapların tasnifinde görev aldı. Birçok kitap ve ansiklopedinin yazılmasına ve hazırlanmasına katkıda bulundu… Daha sonra gazetenin, haber merkezi ve yurt haberlerinde çalıştı. Yurt Haberler Müdürü oldu. Köşe yazıları yazdı… 1991 yılında Haber koordinatörü olarak Ortadoğu Gazetesi’ne geçti. Bu gazete 5 yıl süreyle köşe yazarlığı yaptı. Yeni Sayfa ve Önce Vatan Gazetelerinde günlük yazıları ve araştırmaları yayınlandı. 1993 yılında haber editörü olarak İhlas Haber Ajansı’na girdi. Kısa bir süre sonra ajansın haber müdürlüğüne getirildi. Mahalli bir ajans konumundaki İhlas Haber Ajansı, onun haber müdürlüğü döneminde Türkiye’nin ve Ortodoğu’nun en büyük görüntülü haber ajansı konumuna yükseldi. 1997 yılında İHA’dan ayrılmak zorunda kaldı. Bir grup arkadaşıyla birlikte Veri Haber Ajansı’nı kurdu. Finansal sıkıntılardan dolayı Ajansı kapattı. 1999 yılında BRT Televizyonuna girdi. Haber editörü ve program yapımcısı olarak görev yaptı. 2001 Mayısında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Basın danışmanlığına getirildi. 3 yıl bu görevde kaldı. Bir süre Ali Müfit Gürtuna’nın basın ve siyasi danışmanlığını yaptı. Turkuaz Hareket’in mantalitesinin oluşturulmasında büyük katkısı oldu. Bugün Gazetesi Yurt Haberler müdürü olarak çalışan Bulut, emekli ve sürekli basın kartı hamilidir. Eserleri: Karakter Tahlilleri, Dört Halifenin Hayatı, Geleceğinizi Okuyun, Rüya Tabirleri, Asya’nın Ayak Sesleri, Ansiklopedik İslam Sözlüğü, Türkçe Dualar, Fardipli Sinha, Derviş ve Sinha, Ruhun Deşifresi, Gizemli Sorular, Ahkamsız Hükümler, Can Boğazdan Çıkar, Sofra Başı Sağlık Sohbetleri gibi yayınlanma aşamasında olan çeşitli eserleri bulunmaktadır. Roman ve Hikaye: Mehmet Ali Bulut’un Roman türünde yazılmış Fardihli Sinha, Derviş ile Sinha adında iki romanı ve aynı serinin devamı olarak Zu Nima ve Fardipli Sinha 2 ve Fardipli Sinha 3 tamamlanma aşamasındadır. Diğer çalışmaları: Çeşitli dergilerde yayınlanmış çok sayıda makalesi, şiirleri bulunan Mehmet Ali Bulut son dönemdeki yazılarını haber7.com’da yayınlamaktadır. Bulut evli ve bir kızı vardır.

Ayrıca Bakınız

Çanakkale Geçilmedi…

Elhamdülillah, bu millet bir kez daha Çanakkale’nin geçilmez olduğunu gösterdi. Bir kere daha, bu millet, …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir