İran’ın dini lideri Hameney, “Gazzedeki facia Müslüman devletleri kendine getirmeli!” diyesiymiş.
Bu sözü, başka bir dinî veya siyasî Müslüman lider(!) söyleseydi ‘tırışkadan nağmeler’ der geçerdim. Bu kadar da değer vermezdim. Ama İran, her şeye rağmen, zaman zaman bir devlet refleksiyle hareket etmeyi bildiği için itibar ettim. Gerçi Hameney’in bu sözünün de –kendi mensup olduğu devlet tarafından bile kale alınmayacağını sandığım için- bir itibarı yok. Pratik bir değir ide yok. Bu söz sarf edildi diye ne İran, kendisini daha fazla bir mesuliyet içinde bulur, ne de diğer İslam devletleri ‘heye ya, biz aklımızı başımıza almalıyız” derler.
Hangi dram, hangi zillet, Müslüman devletler kendine getirebildi ki bu mesele getirsin. Despot Saddam’a mı laf anlatabildiniz. Hunhar Esad’ı mı kon içmekten alıkoyabildiniz. Doğu Türkistan’da, Myenmar’da Afganistan’da… islam yurtlarının şurasında burasında akan hangi kanı durdurmak için uğraştınız! Ah, ah sevgili Hameney hocam! Bu sözün siyaseten söylenmediğini bilmek bile çok şeydir!
***
Çok sevgili bir hukuk hocam var. Dinî ve millî kaygıları çok yüksek! Birkaç gün önce iftarda idik… Söylediği bir söz, İslam âleminin içinde bulunduğu hali çok basitçe ama mükemmel özetliyordu. Şöyle demişti:
“Bir anda dini hislerim, milli kaygılarım kabarıyor ve eyleme geçmek gerektiğine inanıyorum. Sonra göğsümün tam ortasında oturmuş bir adam, ‘sana ne, sen tek başına ne yapabilirsin ki’ diyor ve tüm o heyecan, his ve kaygıları söndürüyor!”
İşte tüm Müslümanların hali bu!
Tam da ümmetinin içine düşeceği zilletin gerekçesini ifade buyurdukları o meşhur hadisinde, Peygamber efendimiz (sav)’in buyurdukları gibi:
“Çünkü onların göğsünü Vehen kaplamış olacak!”
Müslümanlar, top yekûn bu halden kurtulmadıkça, -en azından % 8’i- İsrail bizi dövmeye, aşağılamaya devam eder ve etmeye de hakkı olur!
***
Müslümanların, dinî köklerinden ne kadar uzağa düştüklerini, İslam’ın ve Kur’an’ın ruhu ile taban tabana zıt bir yaşam sekline nasıl büründüklerini, küçücük bir dünya menfaati elde etmek için izanlarını ve şereflerini nasıl ayaklar altın aldıklarını, ahiret yurdunun hak olduğunu bile bile dünya hayatının imkânlarını çoğaltmak için ne aşağılık müptezelliklere ve yolsuzluklara ve hırsızlıklara, gönüllerinde nasıl fetvalar bulabildiğini bilmeyenimiz var mı?
Şu paragrafın altında birkaç ayet eklemek istedim. Hangi ayeti almak istedimse gördüm ki, hemen yanı başındaki ayet “beni de gör!” diyor. Anladım ki biz bütünüyle Kur’an’dan göçüp gitmişiz.
Onun muhkem ayetleri de bu günümüze; içine düştüğümüz şu zillete ağlıyor. “Sizin önünüzde benim gibi bir rehber varken nasıl bu hale düşersiniz!” diye feryat ediyor:
“İnanıyorsanız en üstün siz sizsiniz” diyor. “Didişmeyin, çekişmeyin, gücünüzü kaybedersiniz, başkalarını elinde oyuncak olursunuz” diyor. “Canınızla malınızla cihad etmeyi (Kur’an’ın tüm insanlığa ulaştırlması için çabalamayı, mani olanları bertaraf etmeyi) terk etmeyin” diyor. “Aranızda daima hakkı tavsiye deneler bulunsun” diyor. “Bu Kuran sizi daima akvam olana; en güçlü olana ulaştırır” diyor.
Fakat nafile! Düşmüşüz işte! İşin en acı yanı da bütün bu başımıza gelenleri hep kaderden bilmişiz. O yüzden düşünmek, bu işler içindeki kusurlarımızı anlamak, İslam yurtlarının, aynı zamanda ilim ve irfan ocaklarıyla dopdolu bir coğrafya iken nasıl bu cehalet ve meskenet inleriyle dolu bir vahşet-zara döndüğünü irdelemiyoruz bile.
Müfessirlerimiz, Kur’an’ı, günün şartları çerçevesinde nasıl daha doğru anlarız çabasına girmemişler. Kuran ile kâinatın imkânları arısındaki ilintiyi kurmamışlar. Kuranları da tekfir etmişler. Bir gün gelmiş, bilimle uğraşanları, İslam’a karşı geliyormuş gibi lanse etmişler.
Kur’an ile hayatın bağlarını kesmişler. Biz meskenet döşeklerinde keyif sürmeye başlayınca, medeniyet dediğimiz o, insanlığın terinden içen gayretinden beslenen Anka, yurtlarınızı terk etmiş. Kendisine başka yurtlar edenmiş. Uyandığımızda ise Bağdat’ın harap olduğunu görmüşüz. Sen ne büyüksün Ya Rabbi!
***
İnternette de dolaşan bir liste var. O listede, son iki yüzyıldır insanlığa bilimsel açıdan katkıda bulunmuş, Müteâl Kudretin, okuyup ibret alalım ve ondan yararlanıp kendimize yeni yollar ve vasıtalar bulalım diye önümüze koyduğu şu KÂİNAT kitabını, doğru okumamızı sağlamış bilim adamlarının isimleri var. Bakın bakalım, o listeye sokabileceğiniz bir isminiz var mı?
Böyle bir soru sorulduğunda hep yaptığımız “Efendim, Müslümanlar çok büyük âlimler yetiştirmiş baştan, ama sonra…” saçmalığını sığınıyoruz.
Evet, onlar ilim yaptılar, hayat da onlara efendiliğin her türlüsünü tattırdı. Bugün sizi yerden yere vuran ümmetleri ve kavimleri de onlara hizmetkâr kıldı.
Ama şimdi efendi onlar. Bizim sayemizde dünün hizmetlilire bize efendi oldular. Bunu sorgulayacağımıza “efendim benim dedem senin dedeni döverdi” martavalına sığınıyoruz.
Eskiden ilim yurtları Bağdat’tı, Herat’tı, Şam’dı, Rey’di, Gırnata idi, İşbiliye idi, Merağ’dı, Merv’di, Horasandı, Harezm’di, hatta Konya idi, Kraman’dı, İstanbul’du. Gerçi İstanbul bizim olduğunda artık bilim ölmüştü, bilim adamları kalmamıştı İslam yurtlarında. Şurada burada tek tük adamımız kalmıştı Fatih gibi, Ali Kuşçu gibi, Uluğ bey gibi.
Sonra rasathaneye yakacak adamları başımıza ilim adamı diye sardık… Takva diye ilim yurtlarını yaktık. Dedelerinizin bulduğu ve tespit ettiği eşyaya dair ilimleri tek tek –anlamadığınız için- hurafeye dönüştürdük. O ilimleri dahi anlamaktan aciz kaldık. Ama adımız hep Müslümandı. Bugün de Müslüman diye biliniyoruz.
Çocuklarımız bilim tahsil etsinler diye Avrupa’ya Amerika’ya gönderiyoruz. İsrail’e gönderiyoruz. Çünkü bilim oralarda üretiliyor ve hayat için lazım olan teknolojiye dönüştürülüyor. Kabinede bilim adamı sayılacak bir tek bilim ve teknoloji bakan yardımcısı Davut Kavranoğlu var. Onun önerileri ise bir belediye başkanının küçük bir müteahhitlik hizmeti kadar bile hükûmet nezdinde itibar görmüyor… Avrupada hizmet gördükten sonra dönüp yurduna gelmiş, birada iş yapmak, bilim üretmek isteyen insanlarımza, değil bir labaratovar ve imkan tahsis etmek, bir çatı altı bile vermiyoruz. Ama her yerde binalar yükseliyor. Bütün zeytinlikleri, bostanlıkları ve fidanlıkları; tüm tarım arazilerini imara açıyoruz. Dağ bayır ev bark olmuş.
Bir yığın üniversiteniz var ama dünya çapında bir bilim adamınız yok. Yani artık siz hiç de dedeleriniz gibi değilsiniz. Hayat da size beş para ehemmiyet vermiyor o yüzden.
Sen ne yaptın, ne yapıyorsun onu söyle. Mal biriktirmekten, nefsini semirtmekten, petrol paralarını götürüp sarışın hatunların hizmetine sunmaktan başka ne yapıyorsunuz? Sizin stratejileriniz, Müslüman halkların birbirini doğramasından başka neye yarıyor. İsrail’e 1947’den beri bir santim geri adım attırabildiniz mi? Hayır!
Bilim adamınız mı var. Sözü dinlenir bir bilgeniz, mütefekkiriniz mi var? Karar aldığında tatbik edilecek kurumlarınız veya örgütleriniz mi var. Hanginiz, Rabbimin bol bol size verdiği maddi ve manevi imkânları, yeraltı ve yer üstü hazineleri üç beş kuruşluk komisyonlar karşılığında peşkeş çekmediniz? İslam namına kurduğunuz teşkilatların başına bile onlar istediklerini tayin ettiriyor ve kendilerine hizmet ettiriyorlar!
Evet, evet dedelerimiz güçlü idi. Çünkü onlar bilim de üretiyorlardı. Topunu tüfeğini kendi yapıyordu. Bilgisini, hikmetini kendisi üretiyordu. İnsanlık onların dergahlarında dokunurdu. Şunu sor kendine: Neden bilim sizde iken sizi terk edip onlara geçti…
Çünkü biz Kur’an ve onun telkinlerini arkamıza attık. Cehdedip, gayret edip, ondaki yol ve yöntemlerden yararlanıp yeni imkânlar var etmemiz ve kendimizi güçlü kılacak vasıtalar edinmemiz için önünüze konan âleme, ‘su akar Türk bakar’ mantığı ile baktık.
Âlemin zorluklarıyla cedelleşmeyi, çalışıp gayret edip âlemin içindeki özleri dermeyi, kimyanın, fiziğin, uzayın kanunlarını tespit edip onlardan yol yöntem devşirmeyi Allah’ın işine karışmak gibi anladık.
Bize hep, ”Yeni icat çıkarma”, “ eski köye yeni adet getirme”, “Küçücük aklınla Allah’ın işine karışma”, “Onun hikmetinden sual olunmaz” dediler.
O yüzden de, esasında ‘eşyada geçerli imkânları kullanmak için kâinatta geçerli kanun ve prensipleri zapt u rapt altına alma çabasını’ sembolize eden “Yakub’un Tanrı ile güreşi” (Tekvin, 32. Bab, 22) kıssasını haşa bir ölümlünün, Mütael Allah ile didişmesi şeklinde anladık anlattık. Ona muharref demekle her şeyi sözdük zannettik. Bakın onlar muharref olan bir Tevrat’tan ve İncil’den neler çıkardılar. Peki, siz son ve kâmil kitap olan Kur’an-ı Azimuşşan’dan ne elde ettiniz, ne çıkardınız?
-Dört karı almak caiz midir değil midir? Muta nikâhı helal midir haram mıdır?
Tevrat’taki bir mühim kıssayı; insanın tabiat ile mücadelesini sembolize eden bir kıssayı haşa Mütaal Allah ile güreş tutmak gibi algıladınız ve muharref dediyp geçtiniz. Oysa insanın vazifesi şu kainatı tiftiklemektir. Onun kanunlarını içinrdekmi güçleri alt edip, kendine boyun eğdirmektir. İlim budur ve bunun için üretilir.
Yazık ki Kur’an’ı da aynı yaklaşımla ele aldınız ve böylece Kâinatın tüm unsurlarıyla insanlığın hizmetine verilmiş bir imkânlar bütünü olduğunu unutturdunuz, ihmal ettirdiniz. Daha geçen sonbaharda gittiğim mühim bir ilimizde konuştuğum bir Tefsir Anabilim Dalı Başkanı Prof.ün, “Kuran’ı anlamakta bilimin verilerini kullanmanın doğru olmadığını” söylemesi karşısında küçük dilimi yutacak gibi olmuştum.
Hâlbuki bugün, şu Beni İsrail’in (Hz. Yakub’a İsrail adı o güreşten sonra verildi), tüm dünyaya meydan okuması ve bütün dünyaya rağmen, kendisinden başka bir güç ve kuvvet yokmuşçasına -her ne şekilde olursa olsun- kendisine düşman bildiği unsurları insafsızca imha etmeye kalkışması ve hiç kimsenin de onu durdurmağa cesaret edememesi, Yakup’un tanrı ile güreşi kıssasının bir tefsirinden başka bir şey değildir!
Adamlar, yıllardır ‘güreşiyorlar’. Bilim üretmek için eşya ile güreşiyorlar, özgün bir strateji üretmek için insanlık ile güreşiyorlar. ve tüm alanlarıyla onu kontrol edebilmek için hayat ile güreşiyorlar. Ve bir türlü de yenilmiyorlar tıpkı kıssadaki Yakup’un yenilmediği gibi…
Yazık ki biz, hayatı okumayı unuttuğumuz gibi ilahi metinleri okumayı da unutmuşuz. Bari ibret almayı bilsek!
***
Muhterem dini lider Hameney, “Gazze’deki facia, Müslüman devletleri kendine getirmeli” demiş. Güzel bir temenni ama boş bir temenni! Hem kendilerine gelseler de ne yapacaklar ki?
Paramızı kontrol eden onlar..
Medyamızı kontrol eden onlar..
Siyasetimize çeki düzen veren onlar.
Yaşam tarzımızı tayin eden onlan..
Ne yiyip içeceğimize, karar veren onlar.
Ekeceğimiziz ekinin, sebzenin ve meyvenin tohumunu üretenler onlar.
Yediklerimiz ve içtiklerimizin fıtratını tayin eden onlar.
Kendilerine karşı mücadele etmek gerektiğinde kullanacağımız silahı üreten onlar.
Kullanacağımız jetlerin kimi vurup vuramayacağını tayin eden onlar.
Sizi kim idare edecek tayin eden onlar…
Kralınızı kral yapan, darbecinizi darbeci yapan, istihbarat elemanınızı istihbaratçı yapan hatta kendinizin seçtiğine inandığınız liderlerinizi önünüze koyanlar onlar.
Allah’ını seversen sevgili Hameney, siz şu kalemlerin hangisinde varsınız ki, onu kullanıp, onların güdümünden ve kontrolünden insanlarınızı kurtaracaksınız! Hem ne malum, sizin bile onların seçkisi olmadığınız?
Siz daha Sünni kardeşe gayz duymaktan kendiniz alamıyorsunuz. Ve sen Sünni adam, Şii’yi kardeş bilmekten yüksünüyorsun! Kur’ani olan hangi çatı sizi altında barındırır ki. Sen önce mümin ol ey Müslüman! Hadi mümin olmayı geçtim, Müslüman ol bari!
Bir aydır güneyde bir ilçede yarı itikâftayım. Çok nadir de olsa dışarı çıkıyorum. Bir milyon insan gelse yemin etse ki bu mevsim oruç mevsimidir ve bu topraklar Müslümanlar aittir aklı başında hiç kimseyi ikna edemez… Çünkü ne yaşayanlar Müslüman ne de yaşananlar Müslümanca…
Kendin olmaktan aciz düşmüşsün kardeş! Önce kendini yüreğinden tutup ayağa kaldır. Önce sen ayağa kalk ki, başkasına bir hayrın olsun.
Yazık, ama İslam dünyasının henüz İsrail’i verdiği kararlardan caydıracak gücü yok. Hatta siz Müslüman liderlerin bile bir araya gelip bağımsız karar verme kabiliyetiniz bile yok. Daha basitçe söylemek gerekirse, bu İsrail daha çoook analarımızı ağlatmaya devam edecek ve biz de seyredeceğiz! Ne siz onlarla baş edecek Müslümanlarsanız, ne de onlar sizin tarafınızdan mağlup edilecekler kadar acizler! Daha mescid-i aksa yıkılacak, üzerine mabed inşa edilecek! Şu anda üzerinde bulunduğunuz topraklar tartışmalı hale gelecek ve nihayet arzı mevud topraklarına katılacak… Belki sonra uyanırsınız. Bizzat sıra size gelince…
En çok içimi yakan da, birilerini çıkıp, onların ellerine tutuşturduğu silahlarla kardeşini öldürmesi ve öldürürken de tekbir getirmesidir…
Evet, İslam haktır ve üstündür. Ama sen ey Müslüman ne haksız ne üstünsün! Önce hak olmayı öğren!
Sen kin ve nefret dolu, kardeşini düşman bellemiş bir mankurtsun! Önce bundan kurtul ey Müslüman! Önce bundan kurtul.
Bu gidişatla daha çok bağıracak günlerimiz olacak çünkü!
Şimdi en baştaki soruyu bir kere daha soracağım:
İsrail ile baş edilebilir mi?
Edilir ve hem edilecek. Ama siz bunu yapacak kimseler değilsiniz. O yüzden de, şimdi “Evet” desem yalancı çıkacağım, “Hayır!” desem, İslam’a haksızlık etmiş olurum..
“Fe ya hamile’l-ismillezi celle kadruhu, tevkka bihi kulle’l- umuri tesellemet!”