Uğur Mumcu bugün yaşıyor olsaydı, acaba Ergenekon örgütüne karşı nasıl bir tavır takınırdı?
O da CHP liderleri ve yöneticileri gibi Ergenekon avukatlığına mı soyunurdu, yoksa ‘Bu ülkenin asıl baş belası devlet adına hareket eden, derin çetelerdir!’ deyip, yargılanma sürecine destek mi verirdi?
Ben, yaşasaydı ikinci grupta yer alırdı diye düşünüyorum.
Neden derseniz, eğer başka türlü olsaydı öldürülmezdi!
Türkiye’nin derindeki nabzını çok iyi tutan biri bana şöyle demişti: “Eğer siyaset yapacaksan veya mesleğinde -dikkate alınır- önemli noktalara gelmek istiyorsan kendine iki kaset yapacaksın!
Bunlardan biri Sayın Baykal’ın başına gelen türden bir içeriğe sahip olmalı, diğeri de yolsuzluk dosyası olmalı. Yani o dosya açığa çıktığında oyundan çıkmayı kabulleneceğin türden bir hal… Aksi takdirde seni Türkiye’de yükseltmezler…”
“Çünkü” demişti, “oyun kurucunun elinde –ben ona sistemin tanrısı diyorum- seni istediği zaman oyundan çıkarabilecek güçlü bir gerekçesi yoksa seni baştan oyuna almaz. İstenildiği anda oyundan çıkarılamayacak birini asla oyuna dâhil etmek istemezler. Şayet girmişse ve kontrol edilemeyecek hale gelmişse onun öldürmek zorunda kalırlar çünkü. Bunun da olmasını arzulamazlar.”
İşte Türkiye’deki önemli insanların faili meçhule kurban gitmelerinin aritmetiği!
Dolayısıyla ben öyle zannediyorum ki –mademki öldürülmüştür- Uğur Mumcu, Ergenekonculardan yana olmazdı. Bugün anlaşılıyor ki Mumcu, gerçek bir memleket evladı idi. Ve samimi idi. İstedikleri gibi susturamayınca başka türlü susturdular.
Bendeniz, Ergenekon karşıtlarının özellikle de CHP’lileri ve tabii Silivri’deki mahkemeleri 50 bin kişi ile basmayı düşünen Sayın Süheyl Batum’u, birkaç dakika şu meseleyi düşünmeye çağırıyorum.
Ha, Sayın Batum’un da yıldızı hızla yükseldiğine göre belki o da dosyasını vermiştir bir yerlere. Ona düşen de şimdilik, sürekli potlar kıran, CHP gibi büyük bir partiyi idare etmekten aciz olduğu her geçen gün biraz daha tebellür eden Sayın Kılıçdaroğlu’nu asiste etmektir.
Evet, ben öyle sanıyorum ki Sayın Mumcu, sistemin tanrısı katında dosyası bulunmayan yürekli insanlardan biriydi. Susturamadıkları ve oyundan düşüremedikleri için öldürmeyi yeğlediler. O felaket belki de onun için hayrolmuştur, kimbilir…
Bediuzzaman Kastamonu Lahikasında, 2. Dünya Savaşı felaketine uğramış mazlumlardan dört sınıf insanın –inansınlar, inanmasınlar- manevi ecrinin büyük olacağını söyler.
Bunlar:
1 – Mazlumların imdadına koşanlar,
2- İnsanların hayatını kolaylaştıranlar
3- Dinin esaslarını ve insanı insan yapan kutsalları savunanlar
4- Hukuk-ı insaniyeyi muhafaza (insan haklarını savunmak) için mücadele edenlerdir.
Şöyle der onlar için: “Elbette o fedakârlığın (yani şu yüksek gayelere hizmet etmenin) onlar için manevî ve uhrevî neticesi o kadar büyüktür ki, (başlarına gelen) o musibeti onlar hakkında medar-ı şeref yapar, sevdirir.”
Mumcu da herhalde insan hakları savunucuları arasında sayılır.
***
Hac ve Diyanet Yahut En Pahalı İbadet
Bu çağın en derin mazlumu kim ne derse desin Türk milletidir!
İmparatorluğu ayakta tutmak için canla başla direnen hakanı, hainlikle suçlanıp ‘Kızıl Sultan’ diye tahttan indirildi. Bir oldu bittiyle savaşa sokulup imparatorluğu dağıtıldı. Kendisini arkadan vuran haini tehcir ettiği için ‘jenosit’le suçlandı. Bağımsızlık için verdiğini sandığı milli mücadelenin ardından kendisine ödetilen fatura, dininden ve Kur’an’ından mahrum edilmek oldu.
Yetmedi, bir gecede atasının kitaplarını okuyamaz hale getirildi. Lozan’da barış adına kabul etmek zorunda kaldıkları (yaklaşık 65 madde), Sevr ile dayatılmak istenenlerle neredeyse aynıydı.
Bunlar da yetmedi, Cumhuriyet döneminde, millet, yeniden ayağa kalkmak için kime sarıldıysa o yok edildi.
Yetmedi. Dünyanın en pahalı yakıtını o kullandı. Dünyanın en en ağır kömürünü o çıkardı. Petrol denizi üzerinde yaşarken petrolsüz kaldı. Dünyanın kendi kendine yeten yedi tarım ülkesinden biri iken dışarıdan buğday ve mısır almaya mahkûm edildi.
Dünyanın en büyük hayvan yetiştiricisi iken, et ve kurbanlık ithal etmeye mecbur edildi. Kendi bahçesine ve tarlasına ne ekeceğine bile bugün kendisi karar veremiyor. Dünyanın en güzel ve en hoş tohumları bizde iken, bugün İsrail’in ve Amerika’nın ebter tohumlarına mahkûm edilmişiz.
Bu da yetmedi. Bugün ibadetin bile en pahalısını bu millet yapıyor.
İşte size hac ibadeti!
Srilanka dünyanın bir ucu. Bir Srilankalı hacı adayı en lüks bir hac ibadeti için 950 Euro veriyor. Her şey içinde 950 Euro. Pakistan 850 dolar, Hindistan 750 Euro, İran 900 dolar. Yeni yetme Kuzey Iraklı bir Müslüman bile 800 dolara bu ibadetini yerine getirebiliyor. Üstelik bunlar en pahalı örnekler… Diğer İslam ülkeleri ve Avrupa ülkeleri bundan daha az ödüyor.
Şimdi sıkı durun. Gariban bir Türk köylüsü hacca gitmek istese 2250 (yazıyla ikibin ikiyüz elli) Euro bütçe ayırmak zorunda. Varın kaç TL olduğunu siz hesap edip kıyaslayın.
Bu para nereye gidiyor?
Eğer bu paraları Diyanet İşleri Başkanlığı alıyorsa, ona başka bir kaynak ayırmaya gerek yok. Yok eğer bu devletin kesesine giriyorsa devlet vatandaşına resmen zulmediyor.
Gerçi bizim devletimizin ana karakteristiği kendi halkına zulmetmek olagelmiştir kurulalı beri. Ama şimdi, haktan adalettin söz eden ve milletten yana olduğunu söyleyen bir iktidar var ve ikinci dönemini de tamamlamak üzere. Üstelik bir dönem daha iktidar olacağa benziyor.
Neden şu meseleye el atmaz hükümet? Niçin gariban Türk milleti, dünyanın en ağır fiyatını ödeyerek hac yapar?
Hadi anladık, benzin fiyatlarıyla bütçeyi düzeltiyorsunuz. Hadi anladık gaz fiyatları ile açıkları kapatıyorsunuz. Hadi anladık oto, toto, sigara, lotari vs ile ekonomik yırtıkları dikiyorsunuz. Peki, bu hac parasıyla ne yapıyorsunuz?
Bence şu meseleye artık projektörler çevirmeli. Tamamen bu işlerden sorumlu bir müdürlük mü olur bir devlet bakanlığı veya –bilmiyorum laiklik ona da mani midir- bir hac müsteşarlığı veya bakanlığı mı olur… bir teşkilat kursalar da diyanet teşkilatını asıl hizmetine döndürseler.
Belki Diyanet Vakfı’nın çalışanları yahut Diyanet İşleri Başkanlığı’nın idarecileri kızacaklar ama onlar da kabul etmeli ki, Diyanet teşkilatı, sabık dönemin en karakteristik yüzüdür. Artık o da ıslah edilmeli ve aslî vazifesine dönmeli.
Sizi temin ederim diyanet teşkilatının ıslahı, en az anayasa’yı düzeltmek kadar önemlidir. Yargıtay’ı düzeltmek kadar mühimdir oradaki saklı istibdatlara neşter vurmak!
Hem, o teşkilatın içindeki saklı dukalıklar dağıtılmadan Ergenekonculuğu sesleyen ana damarlardan biri hep ber hayat olacaktır. Çünkü demokrasi ve insan haklarının hürriyet ve hukukun nüfuz edemediği en sarp teşkilatlardan ikincisidir diyanet teşkilatı! Ben az söyleyeyim siz çok anlayın.