Bugünlerde bir parça ‘mutsuzum’.
Belki ‘mutsuzum’ yerine ‘huzursuzum’ demem gerekiyor -Çünkü ‘mutsuzluk’, eğer nesnel bir sebebi yoksa, Rububiyet-i ilahiyyeden hoşnut olmamaklığın neticesidir. O duygunun altında haşa, Allah’ın işlerini doğru yapmadığı zannı vardır. İnsan olup bitenlerden, yaşananlardan, daha doğrusu Allah’ın ‘ilahlığını’ sergileyiş biçiminden rahatsız değilse niye mutsuz olsun öyle değil mi?- Hissiyatım, bir ‘hortum’, bir anaforun yaklaşmakta olduğunu söylüyor. Evet, tahribatını yapıp geçeceğine de inanıyorum ama takdiratın nasıl tecelli edeceğini garantisi yoktur. Bu da beni tedirgin ediyor.
Ülke gerçekten bir kaosa sürükleniyor. Bir seçime doğru gidiyoruz ve ben emin değilim, halk gerçekten, kimin ülkeyi idare etmesi gerektiğine karar vermek için mi bir seçim yapacak yoksa birilerinin dayattığı seçeneği mi onaylayacak?
Çünkü Güneydoğu Anadolu’da olup bitenlere bakılırsa, şartları belirleyen halk değil. Halk adına hareket ettiğini iddia eden bir örgüt, bölgeye hangi partinin girip girmeyeceğine, halkın hangi mitinge katılıp takılmayacağına, kepenklerin açık veya kapalı olacağına kadar halk adına karar veriyor ve ülkenin geri kalan kısımları da bunu sadece seyrediyor!
Hal böyle olunca bunun neresine “seçim” denebilir ki?
Siyaset yapanlara bakıyorum, birbirlerine karşı yürüttükleri mücadele, ülkeyi kimin daha iyi idare edeceği şeklinde değil de, sanki işgal kuvvetleri ile yerli kuvvetler arasındaki kavgaya benziyor. Tamam, BDP’yi anlayabiliyorum. Onun başka türlü davranma şansı yok; çünkü hiçbir adayının örgütün verdiği söylem dışında bir hareket sergileme kabiliyeti ve şansı yok!
Peki, CHP’ye MHP’ye, DP’ye AKP’ye ne oluyor? Görmüyorlar mı ki, onlar birbiriyle didişirken, birileri memleketin bir coğrafyasında fiili özerklik ilan etmiş bulunuyor!
CHP, Hakkari mitinginde, ‘Ben AK Parti’den daha fazla adam topladım!’ diye böbürleniyor. Sonra PKK, çıkıp diyor ki, ‘Fazla ötme, oraya o insanların gelmesine müsaade eden ve getiren benim, sen bir halt değilsin!” CHP’den tıs çıkmıyor. Keza, ‘Başbakanın Hakkari mitingine kimsenin katılmamasını sağlayan benim, sıkıysa gelselerdi bakalım!’ diyor ve Başbakan ‘bu mu demokrasiden yana olmak’diye kem küm nevinden bir itirazdan öteye gidemiyor. MHP ise kadrosunu idareden yoksun bir lider ve nefsine uymuş birkaç siyasetçi yüzünden i’rabda mahalli kalmamış bir unsura dönüşüyor her geçen gün.
Evet kabul etmeliyiz ki, bu seçimin gerçek aktörü PKK! Hadi biz PKK demeyelim de BDP diyelim… Kanıt mı istiyorsunuz, Hakkari ve Şırnak mitinglerine bakın. Şimdi Hakkari’dekine benzer bir senaryoyu Diyarbakır’da da gerçekleştirmeye hazırlanıyorlar.
Türkiye’nin, Türk siyasi aktörlerinin bu hal karşısında yapabildiği bir şey var mı? PKK, Diyarbakır mitinginde CHP’ye yol verdiği için CHP seviniyor! AK Parti mitingini de sabote edeceklermiş. Tıs yok. Fesuphanallah, bu ne büyük aymazlık! Bu meydan okumaya, Türkiye’nin milli bütünlüğünü kurmakla övünen bir partinin vereceği cevap bu mu olmalıydı yani?
Size açık söyleyeyim, bu bir güç gösterisi. Ardından bölgeyi legal anlamda sahiplenme gelecek. Bir ülkenin iktidar ve muhalefet partisinin mitinglerine gidilip gidilmeyeceğine PKK karar veriyorsa, hakkıdır ki, ‘bu bölgelerden ben sorumluyum’ desin. Zaten de tam onu demek istiyor. Bunun ne anlama geldiğini seçimlerden sonra daha iyi anlayacağız. Bu cümlenin altını çizin!
Ya bizim siyasetçilerimiz, Diyarbakır’da olup-bitenlerden habersizdirler ya da hakikaten acz içindeler. Çünkü PKK, Diyarbakır’da fiilen özerk bir yönetim ilan etmiş durumda. Kullandıkları “Statüsüzlüğe karşı Demokratik Özerkliği fiilen geliştirme ve eksik kalan boyutlarını tamamlayarak Demokratik Özerk yönetimlerin ilanını hızlandırma” ibaresi gösteriyor ki, işler son aşamaya gelmiş durumda!
Bu cümleyi, bütün siyasi aktörlerin ve devlet unsurlarının eksiksiz kavramaları gerekiyor. Çünkü bu ifadeler, gösteriyor ki bu seçim, bir seçim kampanyası değil Kürt milliyetçiliğinin yepyeni bir stratejye geçiş sürecidir.
Bu bir dayatmadır ve tek taraflı özerklik bildirisidir. Mamafih, Türkiye’nin ve Müslüman Türk halkının (Ben Kürtler dâhil bütün kavimleri bu ifade içinde anıyorum) bu taktik ve stratejiye karşı tüm yapabilecekleri bu kadar ise, yakın bir zamanda -tıpkı 1912’de, içeride siyasetçiler birbiriyle tepişirken, Balkanların elimizden çıkmasının ardından “Eyvah Balkanlar gitmiş!” diyerek ayıktığımız gibi- “Eyvah Kürt kardeşlerimizi bizden koparmışlar!” diyeceğiz!
Artık maalesef, birlik ve beraberliğin sürüp sürmeyeceği BDP’nin ve PKK’nın inisiyatifine kalmış. Lütfederlerse bizimle kalacaklar, etmezlerse, diledikleri zaman bağımsızlık da dahil ilan edebilecek duruma gelmişler. Sayın Demirtaş, Akşam Gazetesi’ne verdiği röportajda, ‘Devlet sunulsa da Kürtler reddedecek!” –Allah razı olsun- dediğine göre, PKK Türkiye’nin tamamına talip!
Niye olmasın! Biraz daha beklesinler bu gidişle İstanbul, Ankara, İzmir hepsi Diyarbakır olacak zaten. Niye illa da küçük bir yere razı oluyorlar ki(!)
Şartlar onların lehine çalışıyor. Mevcut siyasetçilerimizin de katkısıyla tüm Türkiye zaten Diyarbakır olacak! Nasıl olsa, derin bir zeka ve stratejik kabiliyetin sevk ve idare ettiği anlaşılan PKK-BDP ikilisi karşısında bir karşı tedbir geliştirme şansları yok bunların.
Biz umut edelim ki Demirtaş samimi olsun, sözü de geçerli olsun! Çünkü PKK’nın yürüttüğü strateji -yine birileri kızacak ama doğrusunu söylemek gerekir- Osmanlı Beyliği’nin, içi küflenmiş Bizans’a karşı yürüttüğü stratejiye benziyor.
Osman Bey, -şimdi PKK’nın Türkiye’nin siyasi liderlerini ve partilerini birbirine düşürdüğü gibi- tekfurları birbirine vurdura vurdura Bizans kalelerini tek tek ele geçirmişti. Bizans ayıktığında ise, Osmanlı’nın taleplerine boyun eğmekten başka çaresi kalmamıştı. Türkiye de maalesef o yöne doğru gidiyor.
İşin bu noktaya varmaması için bir yığın insan yıllarca, laik ve Kemalist cumhuriyetin, katı ve gayr-ı insani tutumlarının insanları canından bezdirdiğini, insanlara inanç ve ifade özgürlüğü verilmezse büyük bir inşikakın (kırılma ve parçalanma) olabileceğini söyleyip durdular. Başta Bediuzzaman olmak üzere, birlik ve beraberliğimizi sürdürebilmemiz için asgari şartların oluşturulması yolunda çırpındılar.
Fakat yazık ki, siyasetçiler basiretsizliklerinden ve korkaklıklarından, -cesur olanlar da derin çeteler tarafından yok edildiler- askerler laikçi bağnazlıklarından, aydınlar Batıcı aymazlıklarından kurtulamadılar ki gidişatı görüp değiştirsinler…
Ve sonunda, en ağır şartlarda bile Türklerle birlikte kalmayı, siyasi varlıklarını; Türklerin yanında yer alarak sürdürmeyi tercih etmiş bin yıllık ahbabımızı kendimizden bıktırdık.
Artık bizimle kalmak istemiyorlar. PKK onları bu çizgiye getirdi. Maalesef bilindik hiçbir tedbir işi kotaracak gibi de görünmüyor artık. İslam kardeşliğine yapılacak samimi bir vurgu bir şeyler yapar mı bilmiyorum!
PKK 30 yıldır silahlı bir mücadele sürdürüyor. Bu kadar uzun zamandır, siyaseti ‘silahlı mücadeleden’ ibaret bilmiş bir ekibin sivilleşmesini beklemek abestir. Onların bildiği tek siyaset silahtır; ‘demokratik yöntem’ veya ‘açılım’ gibi şeyler onlara sahici gelmiyor. Devletin onlara silahtan başka yol bırakmadığına inanıyorlar.
Bu şuna benziyor. Biri gelip size sıkıntısını anlatıyor ve sizden bir şeyler istiyor. Siz onu dinlemiyorsunuz bile. Sonra o silah takınıp karşınıza çıkıyor, bu kere de silahını bırak öyle gel diyorsunuz. Daha önce hiç dinlemediniz ki silahını bıraktığında onu dinleyeceğinize inansın.
İşte böyle bir açmazla karşı karşıyayız. PKK’yı silahtan koparamazsınız. Keşke, APO, Gandi’yi bilse, Mandela’yı okusa. Onların da daha şiddetli baskılara rağmen, nasıl sivil bir mücadele sergilediklerini bilebilse… Ömrü dağlarda geçmiş, silahtan başka konuşma şekli bilmeyen bir terör örgütü nasıl sivilleşecek bilmiyorum!
Ve üstelik artık APO ismi, başlangıçtaki Atatürk isminden dahi daha güçlü bir kült haline gelmiş Kürtler açısından… Barış onun iki dudağı arasında. O insaf ederse barış olur.
Sonuç; önümüzde iki seçenek var. Ya APO insaf edecek ve ülkenin bütünlüğünden yana tavır koyacak. Veya AK Parti, gerçek bir güven tazelemesi ile yeniden iktidar olacak ve Kürt lider kadrosuna, asla geri çeviremeyecekleri cömert bir teklifle gidecek. Öyle bir teklif ki, reddettiklerinde kendi Müslüman halkları nezdinde inandırıcılıklarını kaybetsinler!
Evet, Türkiye’nin işi zor! Geçmişte ağalar vardı, şeyhler vardı, ulema vardı… Devlet onlar üzerinden bağlantılarını kurabiliyordu bölge ile. Şimdi ağalık da şeyhlik de PKK’nın uhdesinde. Bölgenin bütün itibarlı ailelerini susturdular. Hangi imamın arkasında namaz kılınacak ona bile PKK karar veriyor. Ve maalesef büyük bir kitleyi yanlarına almayı da başardılar…
Durum bu minvalde… Umarım, İslam ittihadının en temel iki aktörü olacağı haber verilmiş Türkler ile Kürtlerin arasına sokulmaya çalışılan nifak, ayrılık noktasına kadar gitmez. -BOB’un en temel hedeflerinden biri İslam ittihadına mani olmaktır.- Çünkü artık anlaşıldı ki, Kürtler ayrılmak isteseler, onları tutacak bir kabiliyetimiz kalmamış!
Va esefa!