Türkiye Şu Prensibi Düstur Edinirse Kurtarır

Mustafa Kemal ne dedi: “Egemenlik kayıtsız şartın milletindir”  “Egemenlik kayıtsız şartsız Türklerindir’ demedi.

Mustafa Kemal ‘egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’ dediğinde milletin Rum, Ermeni, Kürt, Arap, Arnavut, Çerkez, Makedon, Boşnak vesaireden oluştuğunu bilmiyor muydu?

Biliyordu. Ve bir şey daha biliyordu; ‘türk mlleti’ şu kavimlerin birlikteliği idi. Onları bir arada tutan, ya iktidar gücüydü (Ermeniler ve Rumlar için) ya İslam milliyeti idi tüm Müslüman halklar için…

Zaten o zamanlar Türk kelimesinin bugünkü manada bir anlamı da yoktu. Avrupa ve Balkanlar’da Türk dendi mi doğrudan İslamiyet akla gelirdi ve içini her türlü Müslüman girerdi. Yani o, bir kavmin adı olmaktan çok İslam dini ile özdeşleşmişti.

Rus Türkolog Gumilov da aynı kanaatte. Der ki “Türk ve Rus kelimeleri bir kavim adı olmaktan çok bir etnitise adıdırlar’

Türk bu anlama geldiği halde neden birileri illa da bunu  ‘etnik’ ve kana dayalı bir kavram gibi görmeye çalışıyorlar?  Neden malum çevreler ‘millet’ten, muradın -mahiyetini de kendilerinin belirlediği- Türk olduğunu anlamak istiyorlar?

İşte ona dikkat etmek lazım.

Çünkü birileri kavramları böyle çarpıtarak, diğerlerine baskı uygulamak ve zulmetmek için kendilerine bir hak yaratırlar.

Bu cumhuriyetin damarlarında dolaşan kanı zehirleyen sabetaistler ve benzeri zındıka grupları, idarecilere ve askerlere şunu telkin ettiler: ‘Bu devlet Türklerindir. Burada yaşayan herkes de Türk’tür. Kendisini Türk hissetmeyen sizden değildir, burada yaşamaya da hakları yoktur. Ya sevsinler ya gitsinler!’

Oysa “Ya sev ya git” demek, Türk geleneğinde yoktur. Devlet anlayışımıza da uymaz. Çünkü bu millet Harizmşahlardan Selçuklulara ve Osmanlılara kadar, çok kavimli birçok devlet kurdu ve hiç birisiyle de problem yaşamadı. Selçuklularda, iktidar Türkmenlerde, yönetim Farslarda ve hilafet Araplarda idi. Hiçbir problem de yaşanmadı.

Esasında bu etnik nifakı, kavimleri birbirine düşüren bu fesat tohumunu halkların arasına ilk ekenler Yahudilerdir. Bizim TC’nin ilk yapılanmasında da perde arkasında çok sabetaist yönlendirmeler olduğu için, biz de onların tuzağına düştük. Herkesi kucaklayan ‘Âlicenap Türk’ü yok ettik, ‘ötekini yok sayan’ faşisti dirilttik. (Haim Naom’un projesi…)

İşte bu faşizan ve tamamen kan kokan ırkçı yaklaşım nedeniyle devlet zaman içinde, diğerlerinin aleyhine tertiplere girişti.

Bendeniz, açılım, demokratikleşme, milli birlik vs.den, ‘devletin zihninin, şu habis yaklaşımdan temizlenmesi’ni anlıyorum. Zaten derin yapılanmanın zihnini şu habis düşüncelerden temizlemedikçe millet rahat yüzü görmeyecek. O habis urların temizlenmesi de ancak, devletin tüm kurumlarıyla ‘demokratikleştirmesi’ ile mümkündür.

Nedir demokratikleşmeden maksadım?

—Yönetimin insan fıtratı ekseninde yeniden şekillendirilmesi! Yani ‘hanif‘dini olan ‘İbrahim milleti’nin inşası…

İslam, insan olmak hasebiyle herkesin yaşam hakkını kutsar. Ayrı dinden olanlar, sizinle anlaşma yapmışlarsa sizinle eşittirler. Hukuk söz konusu ise herkes kanun karşısında eşittir. Kâfir mümin fark etmez. Fatih gibi bir cihangir padişaha, Rum mimara yaptığı haksızlıktan dolayı kol kesme cezası verilir.

Ama maalesef  Kur’an’daki adalet ve insaniyet-i kübra fikri, İslam toplumlarının ruhuna sinmiş istibdat aşkı ve hastalıklı adetler yüzünden, hiçbir asırda, tam bir uygulama fırsatı bulamamıştır. Ya maslahat onun önü kesmiştir, ya ehven-i şer fikri zulmün revaçta kalmasını sağlamıştır…

Şimdi ise demokrasi, o büyük insanlığın inşası için mümbit bir zemin oluşturuyor. Biz şu mevcut demokrasiyi arazlarından temizler ve İslamiyet adaleti ile aşılayabilirsek yeryüzünün tanık olabileceği en adilane yönetimi sağlamış olacağız. Hadis rivayetlerinden, dünyanın böyle bir dönem yaşayacağı da haber verildiğine göre buna talip olmak insanlık şerefidir.

İşte Türkiye’nin şu süreçte kendisine rehber etmesi gereken düstur bu!

Madem ki insanız ve bu topraklarda dünyaya gelmişiz, hepimiz eşitiz. Bunu hazmettiğimiz gün, tarihin ‘Barış Çağı’ başlayacaktır.

O çağın kapısını açmamız çok basit; ‘rejimin insanileştirilmesi!’

Çünkü bu rejim, Türk’ten gayrisini yok sayan keyfi, küfri, cebri ve askeri bir rejim olageldi. Kendisini teşkil eden unsurlarla ‘insan’ ortak paydasında ilişki kuramadı. İnsanları kategorize ede ede sonunda dağılma, bozulma, kırılma noktasına kadar geldik. Ve sonunda bin yıldır kardeş kardeş yaşayan topluluklar arasına husumet girdi.

***

Şimdi ise şartlar, bu husumetin acilen yok edilmesini gerektiriyor. Ya siz o husumeti yok edeceksiniz, ya o sizin gücünüzü kıracak. Buna mukabil, azim fırsatlar var ki eğer biz bu küslüğü yok edemezsek onları da kaçıracağız.

İşte dünyanın gidişatı, yeniden bizi çevremizde nizam koyucu olmaya zorluyor. Nizam koyucu olmak için de önce adil olmak ve kimse ile ön yargılı bir dostluk içinde olmamak gerekiyor.  Biz adil olmalıyız ve işlerimizi meşveretle çözmeliyiz. Bu meşveret de taraflara eşit haklar vermekle olur.

Meşveret ‘ittihad’ı sağlamak için yapılır. Meşveret, hem İslam’ın hem de demokrasinin özüdür. Çünkü İslam’da sulhun muhafazası farzdır. Sulhun muhafazası da ancak ‘meşveret’le, yani ötekinin fikrine itibar etmekle olur.

Bu açıdan, Başbakan Tayip Erdoğan’ın, ‘onlar gelemse de ben giderim’ sözü mühimdir. Eğer siyasi bir mülahaza ile söylenmemişse tabii… Türkiye’nin gerçek bir demokrasiye kavuşturulması ve rejimin insanileştirilmesi, en birinci meselemizdir.

Çünkü bütün sıkıntıların başı ve ayağı şu saklı istibdattır ki, insanları şucu veya bucu diye ayırıp öteliyor. Türk veya kendisini Türk zanneden insanlar, iktidarı paylaşma noktasında kendilerini Arnavut, Arap, Çerkez, Kürt ve hatta yerli Ermeni ve Rum paylaşabilmeyi hazmedemedikçe, bu topraklarda huzur olmaz.

Bunu görmemiz lazım…

Haaa birliği nasıl sağlayacağız diyorsanız, eh, asıl handikap da o. Siz, altında insanların huzur içinde yaşayabileceği bir çatı oluşturamamışsanız zaten efendilik hakkınız olmaz. Güç kullanarak sonsuza kadar kimseyi yanınızda tutamazsınız. Tutmaya kalkışsanız -bugün yaşanmakta olduğu gibi- bedel olarak çok miktarda kan ve can verirsiniz. Toplum ne kadar can ve kan verebilir? Bir insanın bünyesindeki kan ağırlığının 13’te biri kadardır. Onun da üçte biri gitit mi ölüm kapıdadır demektir. Ayni şey toplum için de geçerlidir…

Huzur barıştadır ve kardeşliktedir.

Elbette bin yıl geçse, bin değişik mutabakat sağlansa yine hep muhalefet edecek birileri çıkacaktır. Onları da kimse kale almaz.  Sürekli itiraz halinde olanın, barış sofrasında yeri olmaz, olmamıştır. Bu devletin sınırları, adı ve bayrağı bellidir. Hilal ve yıldız bu topraklarda yaşayan herkesin müşterek sembolüdür. O iki sembol bayrakta yerini aldığında bu millet İslam adına at koşturuyordu ırki şehameti için değil. Kimse ondan rahatsız olmaz. Olanın da kalbinde maraz vardır. Kuran albi marazlı olanların.

Her bir kavim bir pınar mesabesindedir ve pınar kalma hakkı vardır. Ama o suların toplanacağı bir havuz olmalı ki, herkes, eşit derecede mevcut imkânlardan yararlanabilsin. O havuzun adı ‘Türkiye Cumhuriyeti’dir. Allah muhafaza şu havuz dağıldığında, pınarlar da işi yaramaz olur ve her biri, çölde kaybolup giden derecikler gibi yok olup giderler.

Daha güçlü olmak ve hayattan daha çok pay almak için herkes birleşip yeni örgütler oluştururken, şirketler birleşirken, tarlalar birleştirilirken mevcut birliktelikleri yıkmaya çalışan ahmaklara verilecek cevap da olmalıdır elbet…

Bu açıdan hükümet –ki hükümet Meclis adına milletin hizmetkârı olmaktan ibarettir- yüksünmeden, kırılmadan, darılmadan tarafları ikna edip bir mutabakat sağlamalı. Ta ki milletin himmeti pervaz etsin de şu asrı da ıskalamayalım!

Küslükler yeni küslüklerle bertaraf edilmez. Hz. Ömer, kendisinden sonraki halifeyi seçecek yedi kişiye der ki “Eğer dört kişi biri üzerinde ittifak ederse, diğer üçü de kabul etsin. Etmezlerse ikna edin. Yine direnirlerse onları ikna(!) edecek bir yol bulun!”

Demokrasilerde ikna yolları ve usulleri bellidir. Kavga yeni kavgaları getireceğine göre biz sabırla tarafları ikna edeceğiz. Büyük mutabakat sağlandıktan sonra hala ikna olmayan olursa onlar millete deşifre edilir ve milletin onları cezalandırması sağlanır…

Bu milletin, nasıl ceza kestiğini üç beş seçim yaşayan herkes bilir!

Hakkında Mehmet Ali Bulut

1954’te Gaziantep’in İslâhiye ilçesinin Kerküt köyünde doğdu. İlkokulu burada tamamladı. Gaziantep İmam Hatip Lisesini ve ardından Gaziantep Lisesini bitirdi. 1978 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap ve Fars Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nden mezun oldu. Aynı Fakülte’nin Tarih Bölümünde doktora tezi hazırlamaya başladı. 1979 yılında Tercüman Gazetesi’ne girdi. Tercüman Kütüphanesinin kurulması ve kitapların tasnifinde görev aldı. Birçok kitap ve ansiklopedinin yazılmasına ve hazırlanmasına katkıda bulundu… Daha sonra gazetenin, haber merkezi ve yurt haberlerinde çalıştı. Yurt Haberler Müdürü oldu. Köşe yazıları yazdı… 1991 yılında Haber koordinatörü olarak Ortadoğu Gazetesi’ne geçti. Bu gazete 5 yıl süreyle köşe yazarlığı yaptı. Yeni Sayfa ve Önce Vatan Gazetelerinde günlük yazıları ve araştırmaları yayınlandı. 1993 yılında haber editörü olarak İhlas Haber Ajansı’na girdi. Kısa bir süre sonra ajansın haber müdürlüğüne getirildi. Mahalli bir ajans konumundaki İhlas Haber Ajansı, onun haber müdürlüğü döneminde Türkiye’nin ve Ortodoğu’nun en büyük görüntülü haber ajansı konumuna yükseldi. 1997 yılında İHA’dan ayrılmak zorunda kaldı. Bir grup arkadaşıyla birlikte Veri Haber Ajansı’nı kurdu. Finansal sıkıntılardan dolayı Ajansı kapattı. 1999 yılında BRT Televizyonuna girdi. Haber editörü ve program yapımcısı olarak görev yaptı. 2001 Mayısında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Basın danışmanlığına getirildi. 3 yıl bu görevde kaldı. Bir süre Ali Müfit Gürtuna’nın basın ve siyasi danışmanlığını yaptı. Turkuaz Hareket’in mantalitesinin oluşturulmasında büyük katkısı oldu. Bugün Gazetesi Yurt Haberler müdürü olarak çalışan Bulut, emekli ve sürekli basın kartı hamilidir. Eserleri: Karakter Tahlilleri, Dört Halifenin Hayatı, Geleceğinizi Okuyun, Rüya Tabirleri, Asya’nın Ayak Sesleri, Ansiklopedik İslam Sözlüğü, Türkçe Dualar, Fardipli Sinha, Derviş ve Sinha, Ruhun Deşifresi, Gizemli Sorular, Ahkamsız Hükümler, Can Boğazdan Çıkar, Sofra Başı Sağlık Sohbetleri gibi yayınlanma aşamasında olan çeşitli eserleri bulunmaktadır. Roman ve Hikaye: Mehmet Ali Bulut’un Roman türünde yazılmış Fardihli Sinha, Derviş ile Sinha adında iki romanı ve aynı serinin devamı olarak Zu Nima ve Fardipli Sinha 2 ve Fardipli Sinha 3 tamamlanma aşamasındadır. Diğer çalışmaları: Çeşitli dergilerde yayınlanmış çok sayıda makalesi, şiirleri bulunan Mehmet Ali Bulut son dönemdeki yazılarını haber7.com’da yayınlamaktadır. Bulut evli ve bir kızı vardır.

Ayrıca Bakınız

Çanakkale Geçilmedi…

Elhamdülillah, bu millet bir kez daha Çanakkale’nin geçilmez olduğunu gösterdi. Bir kere daha, bu millet, …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir