Saad bin Ebi Vakkas hazretlerinden aktarılan bir hadise göre Peygamber (sav) efendimiz, bugün İcabe Mescidi olarak bilinen yerde secdeye kapanmış ve uzun süre öylece kalmış. Secdede uzun süre kalması, sahabeyi meraklı bir endişeye sevk etmiş. Başını secdeden kaldırır kaldırmaz, sahabeden biri “Anam babam sana feda olsun ya Rasulallah ne oldu. Niye bu kadar uzun süre secdede kaldın?” diye sormuş.
Peygamber efendimiz, Rabbinden ümmeti hakkında niyazda bulunduğunu, üç talebinden ikisinin kabul gördüğünü ama ötekine icabet edilmediğini ferman etmiş.
O, Rabbinden, ümmetinin suya gark edilmemesini istemiş, duası kabul edilmişti; ümmetinin kıtlıkla ve açlıkla helak edilmemesini istemiş, o da kabul görmüş. Ancak ümmetinin fitneye düşmemesi talebine, yazık ki ilahi cenaptan icabet edilmemiş…
***
Sonradan o yere İcabe (Kabul) Mescidi denilecekti ama yazık ki ümmetin, birbirinin kanını dökmesine sebep olacak haller, Rasulullah’tan hemen sonra başlamıştı bile…
Hz. Osman zamanında başlayan ve Hz. Ali’nin kısa halifelik döneminde kılıçların çekilmesine neden olan ‘fitne’, yüz bine yakın sahabe ve tabiinin hayatını kaybetmesine sebep olmuştur.
O fitneler, siyasete ve siyasetçilere yakın duranları telef ederken, kargaşalardan uzak durup İslamiyet namına telaş edenleri ise dine sahip çıkma telaşına düşürmüştü… Himmet sahibi sahabeler dünyanın faniliğini ve gaddarlığını görerek, dünya lezzetlerine dalmaktan nefeslerini uzaklaştırmışlar; her biri, istidatları oranında dinin bir tarafından tutarak Kuran’ın hakikatlerini neşretmişler, âleme üstatlık etmişlerdir. O elim hadiseler yaşanmasaydı belki de ekseriyet, dünya nimetlerine dalacak ve İslam, erken vakitlerde muattal kalacaktı. (Tıpkı Ak Parti’nin yarattığı refah ve rahatlık ortamının, birçok Müslümanın, teyakkuzu elden bırakıp dünya nimetlerine dalmasına sebep olduğu gibi… Eğer şu hal bir iki dönem daha devam etseydi, ‘parayı yeni görmüş’ (en reahu’stağna) bir takım Müslümanlar herhalde lüks yaşamı ibadet sanacaklardı)
O fitneler ve acılar, birçok insanın telef olmasına yol açmıştı ama iktidarın, sükûneti sağlamak için halka karşı sert tedbirler almaya kendini mecbur bilmesi, ona olan desteği de zayıflatmıştı. Çünkü o sert tutumlar, bir kısım insanları pusturmakla birlikte, uzun vadede, derin ve kemikleşmiş bir muhalefet de var etmişti. İyi ki de öyle olmuştu. Emeviler, o müdanasız muhalefetten çekindikleri için nefislerine hizmet ettikleri gibi İslam’a da hizmet etme gereği duymuşlardır. Hakikaten de o dönem ve sonrasında gelen Abbasi dönemi İslam’ın altın çağı olmuştur.
Belalar, kargaşalar, musibetler yaşanmıştı ama İslam da kendisini geleceğe taşıyacak kanalları mecraları var etmişti…
Bediuzzaman hazretlerinin de işaret ettiği gibi fırtına, zelzele veba gibi hadiselerin perdeleri altında nasıl ki sayısız manevi çekirdeklerin inkişafı vardır aynen öyle de tohumlar gibi neşvu nemasız kalan birçok istidat çekirdekleri, zahiri çirkin görünen hadiseler yüzünden sümbüllenip güzelleşirler. Güya umum inkılaplar, külli tahavvüller (büyük değişim ve dönüşümler, kargaşalar), birer manevi yağmurdur. Fakat insan hem zahir-perest (olayların zahirine bakıp hareket eden) hem hodgam (bencil, fanatik taraftar) zahire bakıp çirkinlikle hükmeder. Olayları, yalınız kendisine temas eden, kendisini ilgilendiren neticeleriyle değerlendirerek olan biteni çirkin şeyler sayar. Hâlbuki eşyanın ve olayların insana bakan yönü bir ise Yaratıcıya bakan yönleri binlerdir. (18. Söz. 232)
Evet, Hz. Osman döneminde başlayan ve bir daha da asla tamamen sönmeyen o fitne ateşi, her daim yeniden tutuşmak için zemin yoklamıştır ve çoğu kere de bulmuştur. Ve bir kere de başladı mı o fitne “ölecek olan açık bir delile ölsün ve yaşayacak olan da açık bir delille yaşasın” diye (Enfal, 42) işini tamamlamadan bitirmez. Çünkü Allah, kimin ne söylediğini, kimin ne çevirdiğini ve kimin neye müstahak olduğunu bilendir, görendir. Hak edilen hak edeni bulup helak veya ihya etmedikçe vazgeçmez…
İşte o fitnelerin ilki olan siyasi hadiseler sonunda Emeviler iktidarı ele geçirmiş ve muhaliflerine -tabii ki kendilerine muhalefet eden Ehl-i Beyt’ede yapmadıklarını bırakmamışlardır… Öyle ki Arabistan sahası ve merkez dünya, Ehl-i Beyt için dar edilmiştir. Toplumun mazlum olanları ve Ehl-i Beyt o siyasi linç ve takipten kurtulmak için her biri İslam yurtlarının en ücra köşelerine dağılmak zorunda kalmışlardır.
Bununla da kalmamıştı Emevi hanedanı, kendi iktidarının gerekliliğini, Ehl-i Beyt’e ve peygamber evladına hakaret ve küfür üzerine bina etmişti. Hutbelerde, vaazlarda aleni şekilde, başta Hz. Ali ve evlatları olmak üzere Âl-i Âba’ya küfür edilirdi… Öyle ki Yezid gibi bazı Emevi sultanları kıyamete kadar lanetle anılmaya müstahak oldular… Ta ki Ömer bin Abdülaziz halife oluncaya kadar.
Ömer bin Abdülaziz[1] halife olunca ilk iş, hutbelerde Ehl-i Beyt’e ve Hz. Ali’ye küfür ve lanet edilmesini yasakladı. Ortasından ikiye bölünmüş İslam ümmetinin yürekleri arasına yeniden köprüler kurdu. Toplumu birbiriyle barıştırdı. Valilik yaptığı sırada kendisi için 9 kişiden oluşan bir müşavere heyeti oluşturmuştu. Onlara sormadan asla iş yapmadı, hüküm vermedi. Öyle bir adilane ortam var etmişti ki İslam dünyasının birçok bölgelerinde, Emevi valilerinin zulüm ve baskılarından bunalanlar kendilerini Medeni’ye atmanın bir yolunu aramaya başladılar.[2]
Bu durumu kendileri için sakıncalı bulun başta Hacca gibi valiler, merkeze baskı uygulayarak Ömer bir Abdülaziz’in görevden alınmasını sağladılar. Fakat kader sonradan Ömer’i, kendisine komplo kuran o valilere halife yaptı. Bunu içlerine sindiremeyen Emevi derin yapılanması harekete geçti. Devleti kendi babalarının malı sanan o derin yapılanmanın ‘legal siyasetteki temsilcisi’ Irak Valisi Hacca, devlet içindeki gücünü kullanarak, Halife Ömer bin Abdülaziz‘i, hizmetlisi bir köle eliyle zehirletti.
Ömer’in varlığı ortadan kaldırılmıştı ama kısa zamanda ektiği adalet tohumları ve bir idarecinin nasıl olması gerektiği konusunda bıraktığı örnek hayat tüm toplumun gözünü açtı.
Bu arada bir not daha düşelim. Emevilerin o baskıcı ve zalimce idareleri sonucu İslam dünyasında öyle bir muhalif kesim oluştu ki, daha sonra hiçbir idare ile uzlaşmadılar. Önce hariciler içinde barınan bu kesimler, daha sonra Şia’nın içine de sızdılar. Öyle ki, bin yıl geçse bin türlü idare şekli uygulansa yine hep muhalefet edecek bir ruh hali!
Şimdi görüyorum Ak Parti’ye karşı da böyle kör körüne bir muhalefet var ve ziyadeleşiyor. Hiçbir iyiliği görmeyen, hiçbir gelişmeyi nimet saymayan, daima kınayan ve tahkir eden bir muhalefet!
O yüzden de şu an, ünümüzde bizi bekleyen iki tehlike görüyorum:
Biri; hükümetin, devlet içindeki paralel yapılanmayı yok etmek için başlattığı mücadelenin, cemaate ve hizmete de yöneltmesi tehlikesi…
İkincisi de bu tedbirlerinden dolayı hükümete muhalefet eden, onunla mücadele eden güya bir takım cemaat sözcülerinin, bu muhalefet ve eleştiriyi, iman – küfür çatışması boyutuna taşımalarıdır…
İktidar, tüm cemaat mensuplarını ‘paralel devlet’ elemanları, cemaat de iktidarın kendi varlığını sürdürme çabasını küfre hizmet gibi algılamamalı… Unutmasınlar ki iki taraf da ehli imandır.
Birileri, taraflara, bu hakikati hatırlatmalı! Kimsenin bizi kale aldığı yok. Amma mutlaka her iki tarafın da kale alabileceği insanlar vardır. Bu kavgadan rahatsız olan ehli insaf, ne yapıp edip, o insanları bulup tarafları insaf çizgisine çekmeli. Yoksa vaad edilen cenneat asa istikbal bir daha tehir olur. Çünkü vaad edilen umur-ı gaybiye, eğer mukaddimeleri oluşmazsa kendileri de oluşmazlar. Yani Müslümanlar böyle didişip durdukça o vaad edilen güzel günler de, çekirdeği çürüdüğü için olgunlaşmadan daldan dökülen meyveler gibi mukadderatın defterinden dökülürler, düşerler… İslam tarihi böle sayısız akim kalmış vaatlerle doludur, içimizden fitneyi söküp atamadığımız için!
ÖRNEK BİR İDARECİ PROFİLİ
Tüm zamanlarda İslam idarecilerine örnek teşkil edecek bir yaşam sergiledi Ömer Bin Abdülaziz… Son derece ince ve nazik bir insandı. Kendisi de zarif yapılı idi.
Lüks yaşamdan Allaha sığınırdı. Zaten o tantanadan, şandan ve dünya malından nefret eden bir halife olarak ün salmıştı. Halife olunca Hilafet Sarayını, kendisinden önceki halifenin ailesine bırakarak kendisi Şam’da basit bir evde oturmayı tercih etti. Giysileri o kadar basit keten ve pamuktandı ve o kadar süsten yoksundu ki görenler onu sıradan bir insan zannederlerdi.
Bir gün karısını ziyarete gelen bir misafir kadın, halifenin karısının, bahçe duvarını tamir eden yamalı elbiseli ve uşak kılıklı bir erkeğin yanında başı açık durduğunu görünce çok sinirlendi. Ona “Sen Allahtan utanmıyor musun? Nasıl olup da bu amelenin yanında örtünmeden durabiliyorsun?” diye azarladı. Kadın, “O eşim, halife Ömer’dir” deyince kadın utancından ne yapacağını bilememişti.
Bizim idarecilerimiz de öyle olsunlar demiyorum. Tabii ki dünyanın ve gidişatının farkındayım. Elbette imkânlarını devlete hizmet ederken kullanabilirler. Ama nefsü’l-emirde mütevazılık ve dünya malına karşı tokluk, İslam idarecilerinin vaz geçilmez sıfatlarındandır. Ömer bin Abdülaziz,[3] dünya saltanatını dervişçe yaşamayı başarmış erdemli kullardan biridir.
Öyle olmasaydı dürüstlüğü ve cömertliği hakkında söylenen hikâyeler, zamanımıza kadar gelir miydi?
Ömer bir Abdülaziz, halife olur olmaz, beytülmal üzerindeki şaibeli tasarruflara son verdi. Emevi idarecilerinin el koydukları arazileri alıp fakir çiftçiye dağıttı. O yüzden de sonunda, bu toprakları tapu almadan kullanan üst tabakanın öfkesine hedef oldu. Rüşvet olarak kabul edilebilir diye nadiren hediye kabul ederdi. Beytülmal konusunda son derece titizdi.
Zehirlendiğinde üzerindeki elbise kirlenmişti o vaziyette hasta yatağında yattı. Sonra bir ara kendine gelince devlet erkânının onu ziyaret etmesi için, kayın biraderi, kız kardeşine, “halifenin giysilerini değiştir de halk onu ziyaret etsin” demişti. Kız kardeşinin tepki vermemesi üzerine, kayınbirader, “Duymadın mı, halifenin elbisesini değiştir” diyorum, deyince halifenin kız kardeşi ona “Ağabeyim halifenin o elbisesinden başka elbisesi yok!” demek zorunda kalmıştı…
O mübarek zat hilafet makamına çıktığında, Müslümanlar kendi aralarında net ve kesin iki parçaya bölünmüş, şehir, çarşı, pazar, Emevi taraftarlığı ve Ali taraftarlığı şeklinde iki yakaya ayrılmış, hayat bir dehşet dengesi üzerinde yürüyordu. İktidara taraftar olanlar, ehli beyte hakareti, Emeviliğin bir sünneti gibi icra ediyorlardı. Kimse ehlibeytten ve Ali evlatlarından çekinmeksizin söz edemezdi. İktidarı eleştirmek de o kadar tehlikeli ve sıkıntılı idi. Ehli beyti sevmek, Emevilere muhalefet sayılıyordu. Öte yandan ehlibeyt taraftarları da iktidarın hiçbir hizmetini kabul etmiyor, her faaliyeti, şeytana hizmet addediyorlardı. Bugün de durum o noktaya doğru gidiyor.
İşte Ömer bin Abdülaziz, o iklimin, o şüpheci ortamın ortadan kalkmasına hizmet eden bir insandı. O yüzden de, “Çâryârı güzinden sonraki en sevilen halife” diye saygı gördü. O hep adaletin ve uzlaşının sembolü oldu… Ben şahsen Erdoğan’ı da o sevgiye aday liderlerden bilmiştim. Hala da şansı var. Yeter ki derin paralel devlet yapılanması ile hizmet yapılanmasını ayırt etsin…
Bugün hızla bir ikiliğe doğru akıp gidiyoruz. Bu husumetli yaklaşımlar böyle devam ederse, yakın bir gelecekte insanlar birbirine selam vermekte dahi çekinecekler. Taraflar herkesi kendi yanlarında karar kılmaya çağırıyor.
Cemaat mensupları, kendilerini mağdur biliyorlar ve “Ehli hak bizim safımızda yer almalı” diyorlar. Hükümet ise, “cemaat bize karşı yapılan operasyonun içinde yar aldı, nasıl müsamaha gösterelim!” diyor. Yarın bir gün yeniden barışmak istediklerinde, aralarını bulacak tarafsız insan kalmasın istiyorlar adeta!
Ben bu hali ‘marazlı’ buluyorum. Çünkü bu durum ilanihaye böyle sürmez, süremez, sürmemeli. Eğer siyaset, içinden yeni bir Ömer bin Abdülaziz çıkaramazsa, korkarım ki bu savaş en alt tabakalara kadar sirayet edecek. Ve toplum fekkolacak tam ortasından, yırtılacak. O zaman herkes bu ülkeyi parmağında oynatır.
Türkiye’nin geleceği risk altında! Ben diğer dini cemaatlerin harekete geçmesi gerektiğine inanıyorum. Mutlaka bu hal yatıştırılmalı. Gelecek adına endişe ediyorum zira…
[1]) Bakınız: http://www.yeniumit.com.tr/konular/detay/omer-b–abdulazizin-hayati-ve-sahsiyeti
[2]) Aynı şeyi halifeliği sırasında da yaptığı için, Haccac gibi istibdatla insanları idare etmeye alışanlar, ondan rahatsız oldular ve nihayetinde zehirleyip şehit ettiler..
[3]) Bazı rivayetlerde onun, Hz. Ömer’in torunu olduğu geçer. Hani Hz. Ömer’in aktardığı bir hadise var ya sütçü kız hadisesi. Hz. Ömer, tebdil kıyafet gezdiği bir günde bir kız ile annesinin süte su katıp katmama konusunda tartıştıklarını duyar. Kulak kabartır ve anlar ki anne süte su katılmasını istiyor, kızı ise “ben Allahtan korkarım, içine su katılmış şeyi nasıl süt diye satarım” diyor… Hz. Ömer sonraki günlerde işi takip ettirir ve anlar ki hakikaten kız, içine su katılmamış süt satmayı sürdürüyor. Bunun üzerine kızı ve annesini hilafet makamına çağırır. Duruma nasıl muttali olduğunu anlatır ve kıza “Benim gelinim olur musun?” diye teklifte bulunur. Kız bunu kabul eder ve Hz. Ömer’in bir oğluyla evlenir. İşte Ömer bin Abdülaziz, o kızın torunudur derler… (MAB)