Siz tepki koymazsanız çok şey kaybedersiniz…
Ve işte yeni beraberiz’
Hamdolsun, var edene ve her sabah uyandığımızda akşam arkamızda bıraktığımız tüm nimetleri aynıyla bize iade edene’
Ve herkes bizi unuttuğunda, bize ait bir iz, bir nişan bile kalmadığında, bizi ‘ilminde saklayan ve hatırlayan’a şükür’
7 Haziran günü yazdığım ‘Firavun, Musa ve Deveyi Kesen 9 Kişi’ yazısından sonra çekip memlekete gittim. Kendi tabiriyle ‘dünya menzilesinin son durağında oturmuş gelecek otobüsü bekliyorum artık’ diyen babamın ve ona yaşıt annemin gönüllerini almak, birkaç günlüğüne de olsa yalnızlıklarını paylaşmak için’.
Yedi evlat yetiştirip yuvasından uçuran şu güzel iki insanı, ahir ömürlerinde böyle yapayalnız bırakmış olmanın derin acısı ve utancıyla kendimi dağlara, bayırlara vurmak istedim.
Asıl yapmam gerekenleri arkama atmışım. Ayaklarıma kurşun külçeler gibi bağlanmış utancımı yüreğimden söküp atamadığım için gerçekten dönmek bile istemedim bir daha şu fesad mayasıyla yoğrulmuş çamur deryasına!
‘Gelin sizi götüreyim’ diyorum, ‘bizi kirletir, çürütür oralar oğlum, yapamıyoruz büyük şehirde‘ diyorlar. ‘Sen gel‘ de diyemiyorlar… Hal ehlidir onlar çünkü. Bir kere uçurmuşlar yuvadan, gel diyemiyorlar artık.
En ağırı da anacığımın sözleri’ ‘İnsan ektiğini biçmiyor artık oğul‘ diyor. Anaya, ataya, kaynataya ve yıllarca yatalak yatan kayınvalideye ‘öf‘ bile demeden bakmış bir kadının, son sözleriydi bunlar; ‘Hayır oğul, ne ekersen onu biçmiyorsun bu zamanda. Belki tohum bozuldu, belki toprak”
Ummuş ki ben nasıl büyüklerimin elinden tuttum, son dakikalarına kadar yanlarında olup hizmetlerini gördüm, benim de hizmetime bakan olur’ Ama olmamış. 7 evlat. Her biri bir yerlere uçup gitmiş. Yanlarında kimse kalmamış.
Ben de onların derin yalnızlığına katılmak ve onların, içinde bulundukları yalnızlığı bir parça hissetmek için telefonlarımı kapattım. Radyo, televizyon izlemedim, gazete almadım, aldırmadım. Eski masallarda olduğu gibi, içinde tarih ve zaman bulunmayan günler yaşadım. Ve hissettim ki hakiki imanın içinde öyle bir cennet çekirdeği var ki, neşv ü nema ettiğinde cennetin serinliğini burada da yaşıyorsunuz.
Bir ‘sübhanallah’ ve ‘elhamdülillah’ aralığında sayısız kere fanilik perdesine dokunan ama yılmadan varlık nimetinin şükrünü terennüm eden şu iki ihtiyarın elindeki tesbih taneleri sonsuz kainatların yıldızlarına dönüşüyorlar.
Her an ve her saniye dillerinde ötelerin sevgisi ve Allah var’ Ve ben onları izlerken anladım ki bizim hayatlarımızın içine cehennem gölgesi sinmiş. Stresli, öfkeli, bağışsız, bağışlamasız, kilu kal üzerine kurulu bir dünya içinde hapsolmuşuz. Başımızın asude olabildiği bir tek yer kalmış olabilir belki de’ O da seccade. Tabii onun da hakkını verebilirsek’ Huzurumuz iki faninin ihtiraslı dudağı arasından çıkan bir söz, birisinden ötekine fırlatılan bir kitap veya bir iddiname, bir parti kavgasıyla yok olup gidebiliyor.
Fakat onların ne iddianame umurlarında, ne parti kavgaları… Onlar ‘birazdan gelecek ve binip gideceğim’ dediği mavera otobüsünü bekliyor. Onları dinlerken yüreğim kaynıyor. Gözlerime yoğun bir sel hücum ediyor ama onlar mütevekkil, hatta göçüp gitmiş akranlarıyla buluşacakları, güzellikler yurduna gidecekleri için sevinçliler. Hemen şu kapıdan geçecek ve eşiği geçer geçmez, hasretini çektikleri şeye kavuşacaklar adeta… Bu kadar emin ve mütevekkiller.
‘Sana hayatımdan bir miktar vermek ve kalan tüm zamanları da senle yaşamak isterdim baba’ diyorum. ‘Ben yeterince ve iyi yaşadım. Rabbimin en büyük ikramı bana evlat acısı yaşatmamasıydı. Bu nimeti benden alsın mı istiyorsun?’ diyor keyifle.
Veda zamanı geldiğinde, ‘Meraklanma, biz iyiyiz, Allah bizimle beraber‘ diyerek uğurladılar beni 35 yıl önce gelip kaldığım şehre.
İstanbul!
Dört saat yatıp dinç kalktığım gecelerden sonra 7 saat yatıp da sabah namazına uyanmakta güçlük çektiğim İstanbul!
Eliniz yaşamaya varmasa da hayatınızı sürdürmek zorundasınız bu kentte. Sürekli bir koşturmaca. Ben de hayatımı sürdürmeliyim işte. Bir iş var orada, o beni bekliyor. Koşturmalıyım yine. Birilerine yol göstermeli, birilerine yanlış yaptığını söylemeliyim’ Yaptıklarımın doğru olduğuna(!) emin olarak.
‘Bence böyle olmalı, bence şeyle olmalı” diye ahkam kesmeliyim sağa sola. Ben bilmeliyim, ben ulaşmalıyım her şeye. Ben en iyisini bilmeliyim, dünyanın en uygun yerine en doğru çentiği ben atmalıyım!
Mümkün mü? Tablonun bütününü görmeden nereye en doğru noktayı koyacaksın? Ama insan işte. Zalum ve cehul!
Vaz geçiyorum yazmaktan. ‘Yazmamalıyım artık’ diyorum. Zaten ne değişiyor ki. Ben yazmasam ne eksilir ki? Yazmamalıyım artık, evet yazmamalıyım. Yıllar önce şiiri terk etmeye karar verdiğimde yazdığım mısralar geldi aklıma:
Kimler duyar beni ses etsem
Melekler mi taşır kalbimi
kızıl güller mi?
”…
Bilmem uzakta kim ağlıyor
Ve kim duyar beni haykırsam.
Rabbim!
Her yerde varsın fakat
Dünya o denli ağır ki yükü
Yalnız bir yürek yeter mi?
Yetmezken ömür bir arzuya
Bir anı doldurur bin hüzün
Ne gece örtünüyor bana
Ne aydınlığı var gündüzün
Kül, duman ve keder içinde
Bir ömür böyle geçer mi?
”…
Geçiyor işte.
O bunu suçluyor, bu onu tutukluyor, beriki iddianame hazırlıyor, öteki itham ediyor ve zaman hızla geçiyor. Saçlarımıza düşen ve sonra kar fırtınasına dönüşen beyazlar da ayıkmamıza yetmiyor. Yetmeyecek gibi de görünüyor. Çünkü en az ötekiler kadar biz de dünyaya ve onun nimetlerine ve hazlarına müptela olduk. Dünya kaygusuna düştük. O yüzden de iki yakamız bir araya gelmiyor. Bizim gibiler de kenarda kendi kendine gelin güveyi oluyor. Aldığımız küfürler de cabası!
***
Dün yeniden işimin başına geçtim. Açtım mail kutumu. Ve ardından son yazıya gelen yorumlara baktım Gözüme ilk ilişen Salih Emre adlı okuyucumun şu cümlesi oldu:
‘Sen Kuran’ı okurken abdest aldın mı? Euzu besmele çektin mi? Çünkü ancak bu kadar salakça tefsir yapılması için şeytanın yardımı gerekir?’
İrkildim. Yazının zerresini bile anlamamış ama mühim değil. Önemli olan yazının onda uyandırdığı algı! Tayyip beyi övdüğümü sanmış. Halbuki ben yapılan bir zulmü deşifre etmeye çalışmışım. Yapılan haksızlığa karşı çıkmışım. Bu karşı çıkıştan birilerinin kârı birilerinin zararı oluyorsa o, onların konumuyla ilgili.
Ama nafile. Esas olan Salih kardeşimin algısıdır. O bu yazıdan abdestsiz, kitapsız, insafsız, besmelesiz birisi olduğum hükmünü çıkarmış! Doğruysa bana yazık, yalansa ona!
Mevlana der ki, ‘senin marifetin karşındakinin aklı nispetindedir‘
Kendi kendime ‘hah, bak işte iyi bir mazeret, yazmamak için! Zaten bu işlerden bir kazancın da yok. Ama küfürün bini bir para’derken bir baktım Ahmet Akkuş diye bir okurum ‘mehmet ali bey’in yazıları neden yayınlanmıyoo’ diye site yöneticilerine mail atmış. Ahmet Kibaroğlu kardeşim bununla yetinmemiş, benim mailime de mesaj atmış ‘abi nerelerdesin’ diye. Baktım mail kutusunda 580 mesaj var.
Okudum her birini’ Bir kısmı eleştirmiş, bir kısmı bilgi aktarmış, bir kısmı kitaplarımı sormuş, bir kısmı yere göğe kondurmamış vs vs.
Sonra dedim ki, ‘Sen yazı yazmaya layık olmayabilirsin ama şu millet de terk edilmeye layık değil! Milletin mukadderatına sahip çıktığı bir dönemde onun safında yer almamak, mücadeleden kaçmak hata olur. Ben doğru bildiğimi yazayım. Bir tek yürekte bile sözlerim hakiki manasıyla sümbüllenecek olsa, anlaşılsa yeter.’
Uzuuuun iç hesaplaşmalardan sonra, sizinle yeniden buluşmaya karar verdim. Benim derdim bu milletin bekasıdır. Cenabı- Hakk’ın kudreti, hikmeti çerçevesinde işler durur. Bu dine sen sahip çıkmazsan o gider kendine bir sahip bulur. Gagamızda taşıdığımız bir damlacık su İbrahim’in ateşini söndürmeye yetmese de Allah katında safımızı belli etmeye yeter inşallah. Yazmaktan muradımız budur.
Yoksa hikmet zaten kendi mecraında işleyip duruyor.
Her sabah güneş doğmaya devam etmiyor mu? Bu bahar da ağaçlar meyveye durmadı mı? Bu yıl da yaz gelmedi mi?
Geldi.
İşte bakın, ilahi gergef işleyip duruyor. Şu faaliyetten biz de kendi milletimize bir terakki, bir refah, bir nimet temin etme yolu bulmalıyız diye çırpınıyoruz.
Yazmak da bunun için, çizmek de bunun için. Yazılıp çizilenlerden kendine hakka gidecek bir yol bulmak da’
Elbette gergefin bunca dokusunun rengi içinde benimki eksik kalsa dünya durmayacak. O açıdan benim yazıp yazmamam tek başına çok önemli değil, ama sizin mukadderatınıza el koyup insanlık erdeminden payınızı almanız için tepki koymanız, birilerine haddini bildirmeniz, birilerinin elinden tutmanız çok mühim. Çünkü o gergefteki desenler sizin çabalarınızın ve gayretlenirimiz eseri olacaktır.
Çünkü hakikat ancak sizin gibi fedakar milletlerin sinesinde yuva kurup barınabilir. Siz dininize ve onun ahkâmını yaşayanlara sahip çıkarsanız, siz hayatınızı tanrı erleri gibi dürüstçe ve mertçe yaşamaya karar verirseniz, hayat da size arzu ettiğiniz saadeti sunar zaten.
Nitekim Hz. İsa ‘men ensari ilallah’ (Hak yolda kim bana yardımcı olur) dediğinde o 11 kişi ‘Biz Allah’ın yardımcılarıyız’ demeseydi, Roma üç yüz yıl sonra Hıristiyan olmazdı belki de!
Evet, ben yazmasam çok şey değişmez. Fakat siz hak yolda olanlara sahip çıkmazsanız, sizin adınıza oluşturulan cemiyetler, dernekler, partiler, zulüm ve zorbalıkla kapatılırken ses çıkarmazsanız, tepki koymazsanız zulme rıza göstermiş olursunuz.
Zulme rıza ise zulümdür. O da her belaya müstahak eyler bizi!
*** *** ***
Bu yazı “01.Temmuz.2008 23:59:16” tarihinde gasteci.com’da “Ben yazmasam bir şey olmaz ama siz tepki koymazsanız çok şey kaybederiz” başlığında yayınlanmıştır.