Doğu Silahçıoğlu ismi benim zihnimde “cıs!”la kodlanmış… Tehlike yani!
Ama ‘nasıl bir tehlike’ diye sorsaydınız tarif edemezdim düne kadar! Onun İstiklal Marşındaki mana ve sembollere karşı takındığı tavrı görünce, “Hah, bu işte!” dedim.
Yıl 1989.
Tercüman gazetesinde Hızır Acil Servis diye bir köşem var, orada halkın şehirle ilgili şikayetlerine cevap bulmaya çalışıyorum. Bir iki tane de bana bağlı çalışan özel muhabir var. Birlikte bilgileri topluyoruz ve şehrin problemlerini ilgililerin önüne koyuyor ve çözülmelerini sağlıyoruz. Hani “Alo Ahmet Abi” vardı ya Sabah’ta, işte ona benzer bir şey!
Oktay Verel, genel yayın müdürümüz ve beni de cidden seviyor. İstiyor ki, elimiz yazı yazmaya alışsın.
Bir gün, ‘Pazar günleri serbest yaz” dedi. Çok sevinmiştim. Artık benim de kendi fikirlerimi rahat yazabilme imkanım olacaktı ki, zaten gazeteciliği de bu gerekçe ile üniversiteye tercih etmiştim.
Bir süre sonra cumartesileri de serbest takıldım. Demek o zamanlar gazetecilikte hala ağabeyler varmış. -Kulakları çınlasın Oktay Abinin- Keyifle yazıyorum. Bir gün enteresan bir faks geldi. Faksın altındaki imza “emekli bir albay’ şeklindeydi.
Faksın nereden geldiği belli olmasın diye bayağı itina gösterilmişti ama, bir şeyi unutmuşlardı. Anlaşılan faksı, o sıralarda yeni yeni piyasaya giren dijital bir faks cihazından geçmişlerdi. O cihazlar da en azından telefon numarasını, kağıdın tepesinde gösteriyordu.
Faksta, benim gibi acemi bir köşe yazarını yardan uçuracak cinsten şeyler yazılıydı. Benim dikkatime geçilmişti. Anlı şanlı yazarlar varken, neden bu kadar önemli bilgiler bana gönderilmişti? Pekala gazetenin diğer köşe yazarlarına da bunu geçebilirdi. Ama bana gönderilmişti… Çocuksu bir gurur duymuştum işte!
Bunu, çok sonraları çözebildim. Çünkü o bilgileri hiçbir aklı başında yazar öyle bodoslama yazmazdı. Ya bir yerlerden çek ettirir veya itibar etmezdi.
Faksın üstündeki numarayı aradım. Biri çıktı, “ben emekli albay filanla (galiba Hüseyin’di) görüşeceğim’ dedim. Kim olduğumu da söyledim. Uzun uzun konuştuk. Faksı geçen öyle emekli falan da değildi. Muvazzaftı ve hala da görevdeydi. “Sana ismimi vermeyeceğimi tahmin edersin” dedi.
Başka şeyler de anlattı. “Sen yaz, itiraz edenler olursa sana başka bilgiler veririm, susalar”dedi… Acemilik işte. Allah’tan yazıyı Oktay Verel fark etmişti de hemen sayfadan çıkarmışlardı. Yoksa eminim öyle andıçlanırdım ki Allah muhafaza…
* * *
Ne ise, işte o faksta bahsedilen entrikaların en merkezinde adı geçen şahıs, bizim anlı şanlı paşamız Doğu Silahçıoğlu idi. Ben hala o faksı saklamadığıma yanarım.
Faks, özet olarak, asker arasında Suriye’deki Baas rejimine benzer ulusalcı komünist bir yapılanma hazırlığından söz ediyordu. Bu hazırlığın nişanesi; daha doğrusu ön belirtisi olarak da -sonradan 28 Şubat Süreci’nin mimarları arasında yer alacak- Çevik Bir’in 1. Ordu komutanlığına getirilmesi gösteriliyordu. “Çevik Bir, 1. Ordu Komutanı olursa bilesin ki hazırlık yolunda gidiyor” deniyordu.
Doğu Silahçıoğlu’nun arkasında ise, uzun süre Amerika’da eğitim görmüş, silah teknolojileri ve askeri eğitim konusunda özel yetiştirilmiş bir askerden –adı bende mahfuz- söz ediliyordu ki o askerin en büyük hedefinin de “Orduyu, İslami düşünceden tamamen temizlemek” olduğu belirtiliyordu.
Çünkü ordu, insani unsur ihtiyacını ya asker kökenli ailelerden ya da toplumun orta kesiminden sağlıyordu. Bu orta kesimden gelen çocukların büyük bir kısmı, okula gelinceye kadar yeterli bir din şuuru alıyorlarmış. Almamışsa bile dininin farkına varıyormuş da o yüzden o dini tesir bütün bütün yok edilemiyormuş.
İşte Doğu Silahçıoğlu’nu bile yönlendiren “o asker”in bir vazifesi de daha sınav safhasında, askeri liselere alınacak öğrencilerden dini hassasiyeti olanları ayıklamaktı. “Soruların arasına beş altı tane kritik soru yerleştiriliyor. Bunları bilenler ayıklanıyor” deniliyordu. Böylece uzun vadede, dini hassasiyetlerden arındırılmış, baasçı bir azınlık diktasına rıza gösterecek bir ordu oluşturmayı hedefliyorlar diye iddialar içeriyordu… Şimdi sevgili paşanın makalesini okurken, o faksta yer alanların ne kadar da hakikat olduğunu anlıyorum!
O faksta yer alan iddialarla ilgili bugün şunu söyleyebilirim ki; 28 Şubat döneminde önümüze getirilen bütün maddeler o faksta vardı!
Şimdi anlıyor musunuz 28 Şubatçılara “En büyük tehlike Türk halkının dindarlığıdır” dedirten halet-i ruhiyeyi!
Ben o zaman “Ordu Bu İddiaların Önünü Kesmeli” veya buna benzer bir başlıkla orada iddia edilenleri bir bir sıralayıp yazdım. Ve dizgiye verdim. Nasıl olduysa okunmuş, -gerçekten itmat edilen bir elemandım herhalde- tashihi yapılmış ve sayfadaki yerini almıştı. O zamanlar pikaj montaj vardı. Yazıyı pikajda gördüm. Yani artık yayınlanmış sayılırdı. Ertesi günü heyecanla bekliyordum ne olacak diye…
Sabah hevesle gazeteye geldim. Aa ne göreyim, benim yazımın yerinde yeller esiyor!.. Bu sefer “eyvah” dedim, “galiba baltayı taşa vurduk’ diye düşünürken, Oktay Abi beni çağırdı. “Yazını ben çıkardım”, dedi. “Seni sevdiğim için. Daha çoook bu millete hizmet edeceksin. Böyle şeyleri yazarsan önünü kesersin. Hadi in işinin başına. Böyle şeyler yazman için daha erken…”
Sevindim, elini bile öpmek istedim ama müsaade etmedi. Bugün de Oktay Abiye minnet duyarım. Çünkü zehir zemberek bir yazıydı. Ve sonraki dönemlerde tamamen haklı çıkmış, söylenen her şey bir şekilde gerçekleşmiş bir yazıydı ama benim gibi yeni birinin kalem oynatacağı mevzular değildi…
* * *
Şimdi çok daha iyi anlıyorum, o faksın mahiyetini ve Bediuzzaman’ın “Ordu dizginini onun elinden kurtarır” sözündeki ince remzi… O zamirinin kimliğini!
Çünkü ordu içinde yapılan o düzen ve tezgâhların amacı, “Türk milletinin İslam ile bağlarını kesmek, Türk’ün İslamın şeref defterine yazılmış bin yıllık tarihini lekedar etmek ve bu milleti bütün bütün sukut ettirmek”ti…
Doğu Silahçıoğlu’nun Cumhuriyet gazetesinde “Ümmetçiler ve Milliyetçiler” başlığı ile kaleme aldığı yazı olmasaydı bugün o faksı hatırlamayacaktım bile.
Silahçıoğlu, dürüstçe İslamı istemediğini, İslamdan hoşlaşmadığını, Türklerin zorla Müslümanlaştırıldığını falan söylüyor.
Ne acı! Üzüldüm doğrusu. Güya Türk ırkını yüceltmeye çalışırken Türk milletini tahkir ediyor: Zorla İslamı kabul etmişlermiş! Yani yazık ki bu zat Türk ordusunda komutanlık yapmış. Tarihten de habersiz!
Türk milleti aciz değildir. İstemediği rejim, Silahçıoğlu gibilerin 60 yıldır bin türlü tehdit ve sehpa göstermelerle ayakta tutmaya çalıştıkları bir tür zorba laikçi rejim de olsa alır onu, gözlerinin içine sokar. Ve soktu da…
Ben onları anlıyorum ve acıyorum. 60 yıldır bu millete dayattıkları keyfi, küfri, cebri rejimleri tepetaklak oldu diye millete hınç duyuyorlar. Millet cumhuriyetine, demokrasisine ve hatta doğru şekilde uygulanacak laikliğine bile diniyle birlikte sahip çıktığı için kahroluyorlar!
Kahrolmak da haklarıdır! Ne demiş ziya Paşa:
“Rencide olur dîde-i huffâş ziyâdan!” (Yarasa’nın gözü ışıktan rahatsız olur)
Evet, “İslamiyet güneş gibidir üflemekle sönmez. Gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü yuman yalnızca kendine gece yapar.”
Doğu Silahçıoğlu İslama karşı kör olduğu için, Peygamber Ocağı ismiyle müsemma kahraman Türk askerini de kendisi gibi kör etmek istedi yıllarca ama, olmadı. Bu millet “Basar masnuatı görüp de basiret Sanii görmezse pek abes çok çirkin düşer” diyecek kadar Rabbini bilir ve dinine sahip çıkar. Çıkacak da!
Yıllarca, şu milletin İstiklal Marşından rahatsız olan bir generalin ordu içinde bulunduğunu hayal etmek bile beni ürkütüyor!
Bir ayette Allah, (Fe mekerû ve mekerellah. Fallahu hayrul makirin!) “Siz kurun tuzaklarınızı, düzenlerinizi, tertiplerinizi, kurun. Allah da sizin için bir düzen bir oyun kuruyor. (Unutmayın) Allah düzen kurucuların en hayırlısıdır” buyurur.
Dr. Tuncay Tezel adında bir kardeşim gönderdiği mailinde Silahçıoğlu’na Mustafa Kemal’in şu sözlerini hatırlatıyor:
“(Çanakkale Savaşında Türk askeri) Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor, en ufak bir fütur (yılgınlık) bile göstermiyor; sarsılmak yok!
Okuma bilenler ellerinde Kur’an-ı Kerim, cennete girmeye hazırlanıyor. Bilmeyenler, kelime-i şehadet getirerek yürüyorlar.
Bu, Türk askerlerindeki ruh kuvvetini gösteren, şaşılacak ve övülecek bir misaldir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale Muharebesi’ni kazandıran, bu yüksek ruhtur.” (Atatürk’ten Seçme Sözler, Derleyen: Cihat Imer, Remzi Kitabevi, 1989, s. 136)
Sevgili Paşa, Siz Atatürk’ten daha mı iyi anladınız bu milleti? Yoksa ruhunuzdaki inançsızlık, milletin imanını görmenize mani mi oluyor?
Sevgili Tuncay kardeşim sizlere soruyor: “Siz Atatürk ile aynı fikirde değilseniz, nesiniz? Dinsiz mi yoksa Ateist mi?
Ha bu arada Nihal Atsız Hocanın da yakasından düşün. Kemiklerini sızlatmayın. Yıllarca Atatürk’ü dinsizliğinize perde edip kullandınız, şimdi de kıymetli hocaya mı sardınız? Madem ki seviyordunuz niçin yıllarca hapislerde çürüttünüz? Bir sigara alacak imkandan bile mahrum bıraktınız?
İyi ki Nihal Hocanın en muazzez talebesi; hocalar hocası Nihat Çetin hocam hayatta değil. İnanın şu sözleriniz karşısında kahrolurdu Silahçıoğlu efendi, yüreğine inerdi…