İlkokul öğretmenim Mustafa Güneş’i hala saygıyla anarım. Kendisi Köy Enstitülerinden mezun eğitim sevdalısı bir zattı. Birinci sınıftan dördüncü sınıfa kadar beni o okuttu…
Kendisini çok severdim. O da beni severdi ve her şehre gittiğinde bana kitaplar getirirdi. Köydeki biri iki dükkândan biri de bizimdi ve hocam bizden alışveriş yapardı hep… Ama babam ondan hazlaşmazdı… Ben bunun sebebini tam bilemiyordum ama hissediyordum.
O zamanlar dinsizlik, ateistlik, komünistlik gibi meseleleri bildiğimiz yoktu. Fakat hoca her fırsatta bize namaz, oruç, dua gibi ibadetlerin boş ve anlamsız şeyler olduğunu telkin edip dururdu. Ramazanda sürahisini alır, derse öyle girerdi.
Dördüncü sınıfın ikinci yarısı idi sanırım. Bahardı. Mustafa Güneş öğretmenimin tayini çıkmıştı. Dükkâna geldi, babamla konuşmak için… Dükkânın arkasındaki depoya geçtiler. Kapı yarı açık. Kulak kesildim, acaba ne konuşacaklar diye.
Hoca, babama yalvarıyor adeta: “Gel, İsmail Amca bu çocuğu bana ver. Ben götüreyim, okusun, adam olsun. Buralarda kalmasın! Okur, büyük adam olur yine sana gelir…”
Babam hayır diyor başka bir şey demiyor… Bende de bir heyecan, bir heyecan! Bir taraftan da korkuyorum, ya babam ‘evet’ der de köyden gitmek zorunda kalırsam diye. Ne yapacağım ailem olmadan diye düşünüyorum.
O zamanki zihinsel ölçülerime göre çok uzun konuştular. Hoca sürekli ‘Bu çocuk cahil kalmasın, aydın fikirli olsun!” diyordu. Sonunda babamın o meşhur cümlesini; hayatımın her safhasında kulağımda çınlayacak cümlesini duydum:
-Hoca bu çocuğu sana vermem! Onu, alır kendine benzetirsin. Oğlumun, yarın senin gibi karşıma çıkıp dinime küfretmesini istemiyorum. Dinsiz olacağına cahil kalsın daha iyidir!
* * *
Son zamanlardaki bazı rektörlerin çıkışları ve sözlerini özellikle de İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mesut Parlak’ın, başörtüsü yasağına son veren yasal düzenlemenin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından onaylanmasından ve Resmi Gazete’de yayınlanmasından sonra bile adeta meydan okuyarak, başörtülü öğrencilerin İstanbul Üniversitesi kapısından geri çevrileceğini söylemesi bana bu hatıramı anımsattı. Ne kadar haklı imiş babam! Bu kadar kitap yüklenmiş şu zata bakın… O kitaplar hakikatten nasip almasına yetmemiş, ne yapsın!
O Parlak zatı ve şürekâsını anlamakta güçlük çektiğinizi biliyorum. Onların millete ve milletin iradesine karşı nasıl bu kadar pervasız olduklarını anlamakta zorlandığınızı da biliyorum…
Biliyorum, çünkü bazılarınızın onların nasıl bir rejimin beslemeleri olduğunu bilmediğinizi biliyorum. Onların nasıl bir zihniyet taşıdığını ve o zihniyetin İslam’a karşı ne dehşetli bir ejderha olduğunu bilmediğinizi de biliyorum.
Size bizzat ailemizin yaşadığı bir örnek daha vereyim…
Dedem rahmetli Ali Hoca, -lakabı buydu, kendisi hoca değildi- koyu bir CHP’li idi. Amcalarımdan biri DP’nin ilçe azası oldu diye nerede ise onu evlatlıktan reddedecekti. Bu kadar sıkı bir CHP’li olduğu ve bu bilindiği halde, üzerinde ‘Elifba’ yakalandı diye karakolda kaburgaları kırılıncaya kadar dövülmüştü… Hem de sürekli hizmetini gördüğü karakol kumandanı tarafından…
Dedem, kaburga zayiatıyla yırtmıştı bu “suçu”. Ama o dönemde Allah diyenler ve İslam’ı yaşama arzusunu izhar edenlerin hepsi dedem kadar şanslı değildi. Binlerce insan böylesine “suçlar”la helak edildi o yıllarda.
Tabii helak edilenler sadece insanlar değildi. İslam’ın bazı şeairi, medeniyetimiz bütünüyle imha edildi. Kütüphaneler dolusu kitap bir gecede okunmaz hale getirildi.
Tarih yazımcıları, İslam medeniyetinin çöküşünde, Cengiz ordularının İslam yurtlarındaki kütüphaneleri ateşe vermesinin büyük rol oynadığına sık sık vurgu yaparlar. Haksız da sayılmazlar. Ama hiç kimse, geçmiş yüzyılın başında yapılan bir inkılâp ile İslam Türk Medeniyetinin yaşayan bütün kaynaklarının bir gecede imha edildiğinden söz etmez!
Nitekim medeniyet ve tarih kaynaklarımızın bir gecede okunmaz hale getirilmesi yetmez. Sayısız camiler haraç mezat satılır. Vakıfların bünyesindeki tekke, zaviye, han, hamam… hasılı Osmanlı’yı ve İslam’ı hatırlatacak her simge yok pahasına na-ehil insanlara devredilir. Çoğu yıkılır. Bir kısmı ise ardiye, dükkân, meyhane ve bir kısmı da bar yapılır.
İBB’nin 2003’te yaptırdığı bir envanter çalışması sonucu, sadece Tarihi Yarımadada altı binden ziyade tarihi eserin yok edildiği belirlendi ki, bunların tamamına yakını, Osmanlı eseriydi. Mesela Rumelihisarı sahnesinin yeri camii idi. Üç beş yıl önceye kadar mihrabı hala ayaktaydı.
Bizimkilerin, Suudi Arabitsan’ın Ecyad Kalesi’ni yok etmesine veya Sırp militanların Mostar Köprüsü’nü yıkmasına, Balkanlardaki Osmanlı eserlerinin yok edilmesine kızıyor gibi yaptıklarına bakmayın. İnanın yabancıların İslam ve Osmanlı medeniyetine karşı işledikleri cinayetler, onun mirası üzerinde yükselen bu topraklardaki yapılanların yanında masum kalır.
Bunları söylüyorum diye yine köpürenler çıkacak ama lütfen biraz araştırsınlar. Görecekler ki, onların yok ettiği eserlerin bir iki misli ziyadesini biz kendi ellerimizle yıkmış, yok etmişiz.
Yok edilenler sadece mimari eserler de değil üstelik… Osmanlı’nın dünyaca ünlü arşivleri dahi haraç mezat satılmış ve büyük bir kısmı da hurda kağıt yapılmıştır. Allah’tan Bulgaristan işe erken uyandı da, en azından kendi tarihini ilgilendiren arşivlerin büyük bir kısmını alıp yok edilmekten kurtardı…
Siz bu milletin kendi tarihine duyduğu bu hıncı anlayabiliyor musunuz?
Anlayabiliyor ve yüreğiniz de titremiyorsa emin olabilirsiniz, sizin ne Türklükle alakanız olabilir ne de İslamiyet ile…
* * *
Çoğumuz, yüz yıl önce İslam’ın kahraman bir ordusu olan ve şerefle onun bayraktarlığını yapmış şu milletin evlatlarının nasıl olup da sokaklarda ‘kahrolsun şeriat’ diye haykıracak hale geldiklerini anlamıyoruz.
Çünkü bu asrın başında yaşanan azim inkılâpların mahiyetini anlayamıyoruz. Birbirinin can düşmanı iki komşu imparatorluğun yaşadığı iki büyük inkılâp 20. yüzyıla neticeleri asla telafi edilemeyecek azim tesirler bıraktı.
Bediuzzaman’ın ifadesiyle:
“Evet, ihtilâl-i Fransavîde hürriyetperverlik tohumuyla ve aşılamasıyla sosyalistlik türedi, tevellüd etti. Ve sosyalistlik ise bir kısım mukaddesatı tahrib ettiğinden, aşıladığı fikir bilâhare bolşevikliğe inkılab etti. Ve bolşeviklik dahi çok mukaddesât-ı ahlâkiye ve kalbiye ve insaniyeyi bozduğundan, elbette ektikleri tohumlar hiçbir kayıd ve hürmet tanımayan anarşistlik mahsulünü verecek. (Dikkat edin, o zamanlar henüz Türkiye terörle tanışmamış bile) Çünki kalb-i insanîden hürmet ve merhamet çıksa; akıl ve zekâvet, o insanları gayet dehşetli ve gaddar canavarlar hükmüne geçirir, daha siyasetle idare edilmez.” (Beşinci Şua, sh. 464)
İnsan ‘ene’si öyle bir çekirdektir ki bir dalının meyvesi nübüvvet ve cennet, diğer dalının meyvesi firavniyyet ve cehennemdir. Geçen yüzyılın başında yaşanan hadiseler ve Tanrı tanımaz bilimden kuvvet bulan bu ‘ene’nin firavniyyet damarı öyle dehşet iki filiz sürdü ki, insanlığın maneviyat iklimini zir u zeber etti. O dalların birinin adı Komünizm, diğerinin adı Süfyanizm’di.
Biri genel anlamda din ve mukaddesatı, öbürü de İslam’ı temelinden sarstı. İnsanlar kendi rızaları ile mukaddesatı terk ettiler. Dünya hayatı ve bedenî hazlar, maksad-ı bizzat haline geldi.
İşte bugün yaşadığımız şu ortamda, milletin manevi değerlerine dönmesi ve mukaddesatına yeniden sahip çıkması her türlü hayrın önüne sed olmaya çalışanları çileden çıkartıyor…
Çünkü yaşanan tahrip, 1400 yıl önce haber verilen ahir zaman fitnesi’dir ve onun adına feryat edenler de “Ulema-i Su’“tur. Onlar tahribi, şerri, ifsadı, iğvayı soludukları nefes kadar zaruri bilirler.
Onları tanımlarken Bediuzzaman şöyle diyor: «Sizi iğfal eden ve adliyeyi şaşırtan ve hükümeti bizimle vatana ve millete zararlı bir surette meşgul eyleyen muarızlarımız olan zındıklar ve münafıklar, istibdad-ı mutlaka “cumhuriyet” nâmı vermekle, irtidad-ı mutlakı “rejim” altına almakla, sefahet-i mutlaka “medeniyet” ismi vermekle, cebr-i keyfî-i küfrîye “kanun” ismini takmakla hem sizi iğfal, hem hükümeti işgal, hem bizi perişan ederek, hâkimiyet-i İslâmiyeye ve millete ve vatana ecnebi hesabına darbeler vuruyorlar.» (Şualar sh. 287)
Ama artık görülüyor ki yapamıyorlar. Yapamadıkları ve borularını eskisi gibi öttüremedikleri için kaos yaratmaya çalışıyorlar. Dikkat eden, sürekli, “toplumun arasına tefrika saçıyorlar’ diye bağırıyorlar ama bütün tefrikaları kendileri üretiyorlar!
Şu bir aydır YÖK ve üniversite çevresine dikkat edin, öyle laflar ediyorlar ki demokratik bir ülkede, halk tarafından ancak ‘yuh’la karşılık bulurlar. Şunları izlerken, Cenab-ı Hakkın, şu milletti ne büyük bir vartadan koruduğunu bir kere daha hissediyor, onun bu millet üzerindeki hıfz u himayesine hamdediyorum…
Artık Türkiye’nin bu insanlarla uğraşacak zamanı yok. Onlar çok yakında kendiliğinden ölüm vadisine giden filler gibi kendi asar-ı atika müzelerine çekilecekler. Asımın nesli geliyor çünkü.
Bakın, The New York Times gazetesinin Türkiye temsilcisi olan ve uzun yıllardır Türkiye’de bulunan Stephen Kinzer ne diyor:
“Türkiye’nin oynayabileceği role dikkat çekmek istiyorum. Kısa vadede, Amerikalıların ve Batılıların kendi askeri üslerini kullanmalarına izin vererek onlara destek olacaktır. Ne var ki uzun vadede oynayacağı rol ise çok daha hayati bir önem taşımaktadır. Eğer Türkiye kendi iç sorunlarını aşabilirse, Müslüman demokrasisinin çarpıcı bir örneği olarak karşımıza çıkacaktır. İslamî hassasiyetleri radikalizmden ayıran bir mıknatıs görevi görebilir. Müslüman dünyası üzerinde büyük bir etkisi olabilir ve böylelikle tüm dünyayı değiştirebilir.”
İşte bizim cüppelilerin mani olmaya çalıştıkları budur. Onlar haricin, içimizdeki tahripkar elleridir ki artık yavaş yavaş kaderimizden el çektiriliyorlar şükür!
Amerika’nın ünlü dergilerinden The Christianity Today dergisi ise ‘Are Christians Ready for Muslims?’ (Hıristiyanlar Müslümanlar için Hazır mı?) başlığı ile yayınladığı haberde, İslam’ın Amerika’daki yükselişine şöyle yer vermişti:
“2015 yılına gelindiğinde İslam’ın Yahudiliği geçerek Amerika’nın ikinci en büyük dini olacağı tahmin ediliyor. Bazı tahminlere göre ise, bu çoktan gerçekleşti bile. Batıya göç eden Müslümanlar Batının kültürel ve dini değerlerinde birtakım değişikliklere neden oldular. Detroit’de bir hastane Müslüman hastalarına Kuran dağıtıyor. Denver Uluslararası Havaalanında Müslümanların ibadet edebilmesi için bir mescid açıldı, Amerikan Senatosu açılış töreni için Müslüman bir din adamı davet etti, ordu Müslüman din adamlarını göreve aldı, Beyaz Saray (tıpkı Noel kartları gibi) Ramazan Bayramı için tebrik kartları yollamaya başladı, Washington’daki Suudi Arabistan Büyükelçiliği her ay hapishanelere 100 Kur’an hediye ediyor ve mahkumlarla görüşmesi için imamlar gönderiyor. Ira Rifkin’in Religion News Service’de bildirdiği habere göre ise (30 Kasım 1999), Kongre’de çalışan Müslümanlar her hafta düzenli olarak ibadetlerini yerine getiriyorlar.”
İşte içimizdeki beyinsizleri kahreden, hırçınlığa sevkeden bu gelişmelerdir. Elbette içlerinde gerçek anlamda telaş edenler de olabilir ama ekseriyeti, İslam’ın yükselişinden rahatsız oluyorlar.
Ne yapalım ki onların korkularını giderecek çare elimizde yok henüz. Oysa İslam’ın en güçlü olduğu zamanlarda ne Hristiyanın ne de ve sair unsurların hiç de rahatsız edilmedikleri tarihi bir vakadır.
Fakat sanırım, korkmakta biraz haklılar… Çünkü onlar 60 -70 yıldır bize nefes almayı bile çok gördükleri için, aynısının başlarına gelmesinden korkuyorlar. Merak etmesinler. İslam barış ve şefkat dinidir. Birkaç öfkelinin sergilediği tedhiş ve tazip değildir…