Her şeyde, her musibette, özellikle beşer eliyle gelen zulümlü musibetlerde, daima iki cihet vardır.
Bu cihetlerin biri sebeplere yani insana bakar, diğeri kadere.
İnsan zahire göre hükmettiği için çoğu kerer aldanır ve zulmeder veya zumlme sebebiyet verir. Ama kader ilahidir ve asla bakar. Dolayısıyla kaderin tahakkukunda asla zulüm yoktur. Yani bir iş ne kadar zalimane bir tavır ile ortaya çıksa da ortada kader cihetiyle daima bir hak ediş vardır…
İnsanoğlu şu hikmeti bilemediği için, çoğu kere kâinatta cereyan eden ve insanın yüreğine dokunan hadiseleri, tamamen ve yalnızca insanî entrika ve iradelere bağlar.
Güya olup bitenleri, Allah’ın merhamet sıfatına yakıştıramadığı için, ‘Tanrıyı temize çıkarma’ya çalışır kendi vicdanında. Sonunda öyle bir noktaya varır ki, Cenab-ı Hakk’ın mülkünde cereyan eden hadiseleri onun tasarrufundan çıkarır. Çünkü aklı, yaşanan o felaket ve helaketin aslına muttali olmadığı için onu zulum sanneder.
Zulmü Allaha yakıştıramayacağımıza göre, suçu sebeplere, yani hırs ve tama’ ile dünyayı felakete sürükleyen liderlere ve devlet politikalarına havale eder.
1999 depremi sonrasında bir gazeteci arkadaşımla konuşurken, ben teselli babından, “her işte hikmet vardır” deyince öyle bir tepki gösterdi ki, şaşırdım.
“Hayır kardeşim” dedi, “Olamaz bu, Allahın işi. Allah bu kadar zalim olamaz!”
Feci bir deprem olmuş, sayısız masum insan demir ve beton yığınları altında kalmış… Kısır bir nazar ile bakıldığında ortada fecaat var. Sabi, sübyan bir yığın çoluk çocuk hayatını kaybetmiş…
İşte o gazeteci dostumuz da güya zulüm gibi görünen şu hadiseyi, Allah’ın merhametine yakıştıramadığı için, “Bu Allah’ın işi olamaz” diyordu.
Halbuki şu hüküm, bir işi Allah’ın adaletine yakıştıramamaktan daha ağır bir ithamdır, İlahi Hikmete!
* * *
Sosyoloji, her olup bitene, makul bir kulp takma ilmidir. Bizce tesadüfmüş gibi görünen hadiselerin formülünü bulmak yani.
Mesela, daldan düşen yaprağın da bir formüle göre düşüp hareket ettiği akla gelmez. Ama bu bir gerçek! İşte Sosyoloji, beşer ile ilgili hadiselere –velev ki daldan düşen yaprak nevinden olsun- bir makul gerekçe üretme ilmidir ve fevkalade de yararlıdır.
Fakat bazen sosyoloji, ‘makul izah getirme’ çabasını o kadar ileriye vardırır ki, sonunda insanı, hadiselerin altındaki takdiri ve hikmetleri görmekten alıkoyar. O elim hadise içindeki ilahi iradeyi örter. Sonunda biz insanlar, sosyolojinin çizdiği elim ve dramatik maddi tablo içinde boğulur; dünyayı, hadiseleri ve gelişmeleri, tamamen birtakım aktör (Bush ve Saddam gibi) ve figüranların (PKK ve Barzani gibi) zaaflı merhamet ve insafına bırakılmış zannederiz…
Oysa bunlar sadece maddi sebeplerdir. Yani olup bitenlerin insana bakan vechesi (yönü).
Hadiselerin elbette bir de kader ciheti vardır. Cenabı-ı Hak, kendi izni olmadan şu kâinatta bir yaprağın bile kıpırdamayacağını ve kendisinin de asla kullarına zulmetmediğini deklare ettiğine göre, o zaman bu zulüm ve cinayetleri nasıl izah edeceğiz?
Tabii ki Bush’un hırsı Saddam’ın ahmaklığı diyeceğiz!
Çünkü zahirde Bush’un hırsı ve Saddam’ın ahmaklığıdır şu bölgeyi ateşe veren. Bu iki muhteris yüzünden, bunca insan helak ve yüzlercesi telef olurken hadiselerin altındaki kader cihetini görmek elbette kolay değildir. Ama işte asıl görmemiz gereken odur.
Biz o noktayı görüp idrak etmezsek, olup biten hadiselerde bilmeden bir tarafa taraftar olur ve onun zulmüne iştirak ederiz. Böylece aynı hadiselerin bizim de başımıza gelmesi yönünde kadere fetva verdiririz! (Allah korusun)…
Mümin bilir ki, bütün yaşananlar birer ‘hakediş’ten ibarettir. Meşhur Ziya Paşa’nın “Yıldırım düşmek için bir mualla tâk arar / Herkese gelmez bela erbab-ı istihkak arar” dediği gibi, her olayda bir istihkak söz konusu olduğunu bilir ve hareketlerini bunun üzerine bina eder.
* * *
Şöyle bir düşünelim.
Orada, yani Irak’ta Saddam denilen bir zalim adam vardı. O gaddar ve zalim adam, önce Amerika’nın iğvalarına kapılarak dinde kardeşi olan İran’a saldırdı ve sekiz yıl boyunca masumların kanlarının akmasına neden oldu…
Peki bunu niye yaptı?
Çünkü Amerika, zengin maddi manevi rezervlere sahip Irak arazisini kendi kontrolüne almak istiyordu. İran’ı da kendisine mani biliyordu. Önce onu ortadan kaldırmalıydı. Bunun için hırsı aklını selbetmiş Saddam’ı buldu ve onu tahrik etti. Saddam’a, kendi kardeşini yok etmesi için milyar dolarlar değerinde silah ve imkân verdi. Burada amil hırs ve faşizanlıktı…
-Peki bunun doğru bir şey olmadığını Irak halkı bilmiyor muydu? Biliyor idiyse buna neden mani olmadı?
Saddam’a karşı çıkacaklarına, sanki bir ilahmış gibi onu kahramanlaştırdılar. Bütün Arapların başına geçecek bir efsaneye dönüştürdüler. İçlerindeki menhus ırkçılık hissiyatıyla dindaşları ve kardaşları olan İran’a insafsızca saldırmasına göz yumdular. Hatta alkışladılar. Sebepsiz. Biri çıkıp “bu yanlıştır”, dedi mi?
-Hayır!
-Ben sana itaat etmeyeceğim dedi mi?
-Hayır!
Aksine bütün Irak’ı onun dev heykelleriyle donatıp onu nerede ise gelmiş geçmiş en büyük Arap kahramanı ilan ettiler! İlan etmeyenler –Türkmenler gibi- de sessiz kaldılar!
-Neden? Çünkü zalimce de olsa yaşamak, onlara daha sevimli geldi. Vehen (dünya sevgisi) yüreklerini kaplamıştı. Kendi yaşamları için kardeşlerinin ölümüne bile razı idiler. Ve seve seve bir Zalime yardımcı oldular. Oysa Namık Kemal’ın ifadesiyle “Köpektir zevk alan seyyad-ı bî insafa hizmetten”.
Bu zulmün bir gün dönüp kendisini kuşatacağını düşünmediler.
-Yine başka bir Müslüman kardeşi olan masum Kürtlerin üzerine kimyasal silahla saldırıp, bir ilçenin bütün canlılarını imha ettiğinde de ona “sen ne yapıyorsun” diyen bir Iraklı çıktı mı?
-Hayır!
Daha bir yığın hayır, hayır, hayır!
………..
“E halk ne yapabilirdi ki canım” diyebilirsiniz. Eğer bu asırda hala bu cümleyi sarfedebilen biri varsa ona söyleyecek sözüm yok.
İşte İran ve İşte Rusya, işte Ukrayna… Halkın ne yapabildiğini gördük. Halk ayağa kalktı mı kendini tanrı zanneden Şah Pehlevi de olsan kaçarsın…
Hangi ordu, kararlı bir halktan daha güçlü olabilir ki?
Demek ki, zalimler diktatörler, toplumların bâtınında saklı faşizan hislerden hayat bulup güç alıyorlar. Güya o diktatör, toplumun nefsinde sakladığı arzunun mücessem hale bürünmüş şeklidir…
Dolayısıyla Alman ırkçılığını yaratan Hitler değildir. Hitler, faşist Alman halkının ruh verdiği bir heykelden ibarettir. Yani halkın ruhunda zaten var olan faşizan kibir ve gurur bir insan biçimine büründü ve o da Hitler oldu. Önce Almanya’nın, sonra kendisinin ve beraberinde 40 milyon insanın mahvına neden oldu…
Şimdi kalkıp yine bana “o savaşlarda ölen o kırk milyon insanın ne günahı vardı?” diye sorarsanız, ben size bu yazıyı ta baştan bir kere daha okuyun derim. Çünkü bu yazı tam da o noktaya dikkatinizi çekmek istiyor!
Şimdi bu çerçeveden “Allah bir kavmi helak etmeyi murad ettiğinde, bozguncularını önde gelenleri yapar” ayetini bir kere daha düşünelim.
Kavmini tamamen imha ettiren Firavun, mülkünün yıkılmasına neden olan Nemrut, ülkesinin işgaline neden olan Mussolini, ve yurdunun tar u mar olmasına sebep olan Hitler, aslında sadece, kendini beğenmiş zalim ve cezalandırılmaya müstahak halkların batınlarında gizledikleri arzunun vücut giymiş halleriydi. Nitekim hatırlayın Nemrut İbrahim’i ateşte yakmaya kalkıştığında halkı keyifle onu izlemeye koyulmuştu. Tabii bu hüküm, diğerlerinin kavmi için de geçerlidir…
İşte o halklar gerçek anlamda cezalandırılmayı hak ettikleri için Allah onlara kendilerinden olan zalimleri musallat etti…
* * *
Fakat bu hüküm, şu anlama gelmez. Onlar gibi Iraklılar da bu felaketi hak ettiler, öyleyse çeksinler!
Hayır, böyle demeye de bizim hakkımız yoktur. Çünkü bu bir ‘hakediş’ de olsa, cezaya çarptırılmış insan artık masumdur.
Dolayısıyla artık bütün insanlık orada yaşanan dramdan mesuldür. Evet onlar belki yumurta çalmaktan hırsızlık cezası almaya müstahak olmuşlardı fakat imhasında kendi yararları bulunan insafsız yargıçlar (Bush ve BM) onların idamına karar verdiler ve zulmettiler.
Yani Irak halkı, ta eski zamanlardan beri fitne severliğinden dolayı bunu hak etmiş olabilir ama şu anda yaşamakta olduğu drama hiç kimse seyirci kalamaz ve kalmamalı.
Orda hergün yüzlerce insanın kanı ve eti ziyan olurken, bizim burada rahat uyumamız veya yeni ölüm ve katliamlara neden olacak girişimlere taraftarlık yapmamız, sonunda bizi de o tür felaketlere müstahak hale getirir.
Türkiye meseleyi birilerinin ‘kardeşler arasına nifak sokma” operasyonu gibi algılamalı ve öyle bakmalı! O zaman tuzaklara düşmez.
Birilerinin Türk – Kürt harbi çıkarmak istediği görülüyor. Bakın işi Avrupa’ya da sıçratmak istiyorlar.
Biz aklı ile izan ile hareket etmek zorundayız. Ve Cenab-ı Hakk’ın muradını da görüp, kendimize yeni badireler yaratmamalıyız. Hadiseler ve tahrikler bizi Kuzey Irak’a gitmeye mecbur edecek olursa, unutmamalıyız ki oradaki insanlar ‘sınır ötesindeki akrabalarımız’dırlar. Bizim aczimizden dolayı ‘yad’ların dost oldular.
Evet hadiselerin, bir kader ciheti var ama o kaderin tahakkuku, muhteris ve bencil insanların ihtiras ateşleriyle zulüm yangınına dönüşür…
* * *
Mülk Allah’ındır. Hadiseler başıboş değildir. Sonunda hiç kimsenin planı tam olarak tahakkuk etmez ve hiçbir zaman da etmemiştir. Eğer planlar hep tutsaydı, en azından şu Türk devleti olmayacaktı…
Musa kavmiyle birlikte yok edilecekti. Müttefikler boğazı geçecerdi ve Komünizm ihtilali asla gerçekleşmezdi… Vesaire vesaire…
Amerika’nın kendisini bir halt zannetmesi de bu nevidendir. Her istediğini yapabilseydi Vietnam’da kalırdı…
Dedim ya Mülk Allah’ındır. Ve hiç telaş etmeyin ki, Allah kendi inisiyatifini coniyi moniye kaptıracak…
Şu anda her şey Amerika’nın kontrolündeymiş gibi görünse de en fazla üç buçuk dört sene sonra görülecek ki, Amerika oradan kurtulmak için Türk halkından imdat isteyecek ve Kürt kardeşlerimiz de, öyle bir zalime hizmet sundukları için mahcup ve perişan olacaklar!
Çünkü bütün işaretler gösteriyor ki, Türk milleti, ordusuyla birlikte yeniden dinin vasisi olacak ve bu görevi de tam başaracak (h. 1444).