Yıllar önce, kanuni akrabalık kurduğumuz emekli emniyet müdürü bir zat-ı muhterem ile sık sık bir araya gelme durumumuz olurdu.
Kendisini sıkı bir laikçi ve Atatürkçü olarak konuşlandırmış olduğu için beni sadece rakı içmediğim ve namaz kıldığım için, kendisinin karşıtı yere oturtur ve her fırsatta aşağılayıcı şekilde eleştirirdi.
Güya bana söylemezdi, “seni kast etmiyorum ama” diye başlayan cümlelerle ne kadar dindar, Müslüman kapalı kadın varsa hepsine giydirirdi…
Namaz kılanların hepsi yobaz, Atatürkçü olmayan herkes vatan hayiniydi. Ve raki içmeyen de zaten asla laik olamazdı.
Bir gün ona, seni anlıyorum ve senden beni anlamanı beklemiyorum. Yalnız bir şey söyleyeceğim, “eğer siz laikçiler bu kafa ile devam ederseniz, en fazla 90’lı yılların sonunda azınlık durumuna düşer ve öteki taraf olursunuz. Bun bir tarafa yaz dedim…” Bunu söylediğim yıl ya 1984 veya 85’ti…
Sonra, doksanlı yılların ortasında baktım, elinde Ku’an meali, sure ezberliyor. Müthiş bir açlığı vardı Kur’an’a ve dinin insan ruhundaki yaraları tedavi eden öteki yüzüne…
Bu ilgisi bir iki yıl öyle yoğun devam etti ki, bir süre sonra bir vaizi, bir hocayı aratmayacak dini bilgi birikimine ulaştı.
Bir gün, ona 1980’li yıllarda söylediğim sözü hatırlattım: “Hatırladınız mı demiştim. Siz azalıyorsunuz, biz çoğalıyoruz. Bugün biz dinimiz elden gidiyor diye ağlıyoruz, yarın siz dindarlık geliyor diye saçınızı yolacaksınız. Sizler, yani “laikçilik” ve “Atatürkçülük” maskesi altında siyaseti dinsizliğe alet eden sizler azalıyorsunuz. Gerçek demokratlar ve dindarlar çoğalıyor. Şansınız yok. Ya bu sinsi din düşmanlığını bırakır, laikliği gerçek manasıyla benimseyip kabul edersiniz, yahut da laikliği dinsizlik sayan anlayışınızla birlikte, laiklik müessesesini de kendinizle birlikte batırırsınız. O zaman bu ülkeye cidden yazık olur”
İşte şimdi maalesef bu noktaya gelmiş bulunuyoruz: Beriki Türkiye öteki Türkiye.
Kim beri kim öteki artık belli değil…
* * *
Bakın Rahşan Hanım ne diyor:
“Yıllardır Amerika’nın ve Avrupa Birliği’nin uğraşıp da bölemedikleri insanlarımızı bu sinsi şeriat özlemcileri bölmüştür. Şimdi bu şeriat özlemcileri yıllardır hayata geçirmek için çalıştıkları şeriat düzenini Anayasa değişikliği ile, hatta yeni bir Anayasa ile yasallaştırmaya çalışmaktadırlar. Ancak Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci bir yarısı vardır. Cumhuriyetimizin bu ikinci yarısı boş durmayacak ve kendinin has parçası olan öteki yarısını bu şeriat hastalığından kurtarmanın yolunu mutlaka bulacaktır. Laik Türkiye Cumhuriyeti yara almıştır. Yara kangren olmadan Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci yarısı biran önce ağırlığını ortaya koymalıdır”.
Ben Rahşan hanımın samimi olduğuna ve bunları Türkiye endişesiyle söylediğine inanıyorum. Ama şuna da inanıyorum ki fena halde yanılıyor! Çünkü ülkeyi böyle parça bölük hale getiren dindarlar değildir. Onların, en azından, Rahşan hanımın sandığı gibi bir şeriat özlemi içinde olmadığına, kalıbımı basarım.
-Peki yok mu saltanatçı anlamda şeriat özlemi içinde olanlar? Elbette var ve olacaktır da. Ama bu, toplumun dindar kesiminin yüzde 3’ünü bile bulmaz.
Bu ülke bölünmüş veya birbiriyle uzlaşmaz iki üç parçaya ayrılmışsa bunun suçu, Atatürk’e bile tahammülü olmayan İnönü CHP’si ve onun ürettiği din düşmanı bürokrat ve siyasetçilerdir. Yıllarca devletin kadrolarını, imkânlarını, sadece dinini yaşamak isteyen mazlum insanların üzerine tebelleş eden CHP kafasıdır.
Aslında CHP’ye haksızlık etmemek lazım. O partinin mensuplarının da yüzde 85-90’ı dindardır ve dinine saygılıdır. Asıl aramıza nifak sokan, o partinin de dimağını ele geçirmiş olan masonik zındıka komitesidir ki yıllarca CHP’yi, dinsizliklerine maske yaptılar. İşte ülkenin kamplaşmasına yol açan onların keyfi ve küfri dayatmaları oldu. Rahşan hanımın merhum beyi de onlara çanak tutanlar arasındaydı.
* * *
Bu ülke Müslüman bir ülke idi. Yüzde doksan dokuz insanı dindardı ve dinini severdi. Ben iddia ediyorum, Rahşan hanımın da –sebataist olmasına rağmen- Teziç’in de ve bugün kahrolsun şeriat diye bağıranların da babaannesinin, anneannesi başı kapalıydı ve dindar insanlardı.
Bir takım insanlar Cumhuriyetimizin sağladığı laik ortam sayesinde dinsiz veya lakayt olma hakkına sahip olmuşlarsa, ben de aynı laik ortam sayesinde dinimi yaşama hakkına sahip oldum ve olacağım.
Artık Atatürk’ü eskisi gibi kullanamadıkları, ipleri eskisi kadar kontrol edemedikleri ve yüzlerindeki laiklik maskesi düşüp de altından din düşmanlığı ile özdeşleşmiş suratları ortaya çıkmasın diye bin panik oluyorlar.
Said Nursi, 1940’lı yıllarda yapılan dayatma ve zulümlere bakarak ilerde, “Türk unsurunda kabil-i iltiyam olmayan(asla uzlaşmaz) bir inşikak (kırılma-parçalanma, ikiye ayrılma) olacak” diyor. Bu inşikakı hazırlayacak olanların da güya milli ve ulusçu anlayışla ve güya milli yapıyı koruma amacıyla yapılacağını ilginç bir şekilde haber veriyor. Diyor ki:
“Ebedî ve daimî olan İslâmiyet milliyeti, muvakkat, dağdağalı unsuriyetle bağlanmaz ve aşılanmaz. Ve aşılamak olsa da, İslâm milletini ifsad ettiği gibi, unsuriyet milliyetini dahi ıslah edemez, ibka edemez.
Evet, muvakkat aşılamakta bir zevk ve bir muvakkat kuvvet görünüyor; fakat pek muvakkat ve âkıbeti hatarlıdır. Hem Türk unsurunda ebedî kabil-i iltiyam olmamak suretinde bir inşikak çıkacak. O vakit milletin kuvveti, bir şık bir şıkkın kuvvetini kırdığı için, hiçe inecek. İki dağ birbirine karşı bir mizanın iki gözünde bulunsa, bir batman kuvvet, o iki kuvvetle oynayabilir, yukarı kaldırır, aşağı indirir.” (Mektubat, s. 424-425 )
* * *
Bir anekdot.
Yanılmıyorsam 1895 yılı olacak…
İngiliz lordlar kamarasında bir zat (aklımda kaldığı kadarıyla Lloyd George olması lazım. Çünkü sonra başbakanlık ta yapmıştır o zat) kürsüye çıkar. Elinde bir kitap vardır.
Kitabı eliyle yukarı kaldırır ve şöyle der:
“Bu Kur’an’dır. Muhammedin kitabı. Biz Türkleri, bu kitaptan koparmadıkça veya bu kitabı ellerinden almadıkça Türklere tam hakim olamayız. Ne yapıp yapıp ya Türkleri bu kitaptan soğutacağız veya onu ellerinden alacağız. O zaman Balkanlardan da Asya Minör’den de Türkleri atarız. Veya kontrolümüze alırız”
İkinci Anekdot:
Lozan Barış Konferansı, kapitülasyonlar bahsinde, tarafların anlaşamaması yüzenden sekteye uğramıştır. Lord Curzon, “Siz kapitülasyonları kabul etmezseniz, biz de bağımsızlığınızı tanımayız. Anadolu’daki çıkarlarımızı kabil etmezseniz siz de orada oturamazsınız, geldiğiniz Asya’nın tozlu steplerine yeniden dönersiniz” minvali üzerine sözler sarfetmekte, İnönü ise kapitülasyonları asla kabul etmeyecekleri tekrar edip durmaktadır. (S Lemi Merey’in Fransızcadan tercüme üç ciltlik Lozan tutanaklarına bkz.)
Sonunda konferans, sonuçsuz dağılır. Bu arada biri devreye girer. Ünlü Siyonist ve Yahudi cemaati lideri hahambaşı Hayim Naum. O da konferansta Türk murahhas heyeti arasındadır. Konferans sona ermiştir ama onun kafasındaki plan devam ediyor… (Onun kimliği ile ilgili Dr. Rıza Nur ve daha sonra Başvekil olan Rauf Orbay’ın anılarına bkz.)
Naum Efendi, Lord Corzon’a gider ve şu teklifi yapar:
“Ben size içi boşaltılmış, yani manası alınmış sadece maddesi kalmış bir Türk teslim edersem, siz yine da bağımsızlık (mülki tamimyet) vermez misiniz?”
Lord Corzon’un gözleri açılır. “Sen bunu yap, ben de bağımsızlık tanıyacağım” der. (Hatırlayın, Lloyd George’un konuşma yaptığı lordlar kamarasında Lodrd Corzon da var çünkü… Bunun ne anlama geldiğini iyi biliyor)
Hayim Naum, hemen soluğu Ankara’da alır. Önde gelenlerle bir dizi gizli görüşme yapar. İsmet en sevgili dostudur.
Ve derken apar topar İzmir İktisat Kongresi düzenlenir. Ankara hükümetinin “yabancı sermayeye karşı olmadığı” deklare edilir.
Güya böylece talep itilaf devletlerinin arzusu yerine gelmiş olur… Konferans yeniden toplanır. Bütün maddeler jet hızıyla geçer ve bağımsız Türkiye Cumhuriyeti devleti kurulur…
Görüntü budur…
Fakat yapılmak istenen, içi boşaltılmış, “sadece maddesi kalmış bir Türk milleti” yaratmaktır!
Ve öyle de yapıldı. “Mülkî tamamiyet” karşılığında dininden ve milli değerlerinden koparılmış, Avrupa’ya uşaklık etmeye amade, kendi değerlerine tepeden bakan bir halk var edildi…
Nitekim, 40 yıldır “seni almayacağım” dediği halde Avrupa kapılarında yaltaklanmaya devam ediyoruz da kimsenin gururu incinmiyor. Zaten içi boşaltılmış sadece maddesi kalmış Türk’ten maksatları da bu değil miydi?
Hayim Naum ve Lloyd George’un gönüllü hazır kıtası olmuş rektörlerimizden ve siyasetçilerimizden ve sivil örgütçülerimizden anlaşılıyor ki planlar başarılı olmuş. Ve 70 yıldır da düzen tıkır tıkır onların arzu ettiği gibi çalıştı devam etti.
Şimdi millete yavaş yavaş nasıl bir oyuna getirildiğini anlıyor. Anladığını da gösteriyor. İşte seçimlerde hiç de hak etmediği halde Ak Parti’ye bu kadar oy çıkması o yüzdendir.
Bu da, Naumcu (Şimdi Sorusço olmuş çoğu) ve Corzoncuları rahatsız ediyor tabi.
Laiklikle, demokrasiyle, cumhuriyetle kimsenin alıp veremediğinin kalmadığını pekala biliyorlar. Sıkıntıları başka:
Millet yeniden manasıyla buluşuyor ya, dertleri o!
Teziç’in de Rahşan’ın da ötekinin de berikinin de ve hatta belki Özkök’ün de derdi bu. Manasıyla bütünleşen Türklerin sayısı artıyor diye çileden ve zıvanadan çıkıyorlar.
Doğru söyleyin, derdiniz bu değil mi? Ne de güzel suret-i hakka bürünüyorsunuz…
* * *
Ertuğrul Özkök, dünkü yazısında, tamamen başbakanın hayrını istediği için şöyle diyor:
“BAŞBAKAN diyor ki:”Herkes kendi işine baksın.”Demek istiyor ki: “Anayasa’yı yapmak biz seçilmişlerin işidir, siz buna karışmayın.”
Ben diyorum ki:
Çok tehlikeli ve riskli bir yola giriyoruz.
Elbette biz gazeteciyiz. Elbette sandıktan çıkmıyoruz. Elbette kanun yapma yetkisi sizin elinizde. Hatta…
Elbette, “Siz isterseniz odunu bile seçtirirsiniz”… (Böyle bir şey demiyor ve öyle bir niyeti de yok başbakanın. Ama “Vehbi efendi”nin zir-i bağaldeki haçı bu cümlede yatıyor işte. Çaktırmadan tahrik ediyor, tahkir ediyor, gözdağı veriyor, Adnan Menderes üzerinden. Bu sözü o söyledi ya. Menderes asıldı ya. Seni de astırırız haaa, demek istyor. Geçti bunlar sayın Özkök. Size, gerçekten sizin gibi bir demokrata hiç yakışmıyor…)
Ancak…
Bize, “Siz işinize bakın” diyemezsiniz. Çünkü işimiz bu. Karışmak. Sizin işinize de, toplumda olan bitene de karışmak.
Eğer basın, demokratik hayatın ayrılmaz parçası ise elbette işinize karışacak.
Ya öteki kurumlar… Üniversiteler… Yüksek yargı… Sendikalar… İş dünyası… Sivil toplum örgütleri… (Sanki mübarek bütün bu saydıkları, yek pare emrinde hazır kıta!)
Anayasa “en üst toplumsal mutabakat” demekse, bizler, onlar işe karışmadan bunu nasıl sağlayacağız?..”
Elbette Özkk7ün söyledikleri doğru. Hani Harıcilerin sözlerini duyan Hz. Ali (bu sözler doğru ama maksatları batıl) diyor ya Özkök’ün söyledikleri de bu cinsten.
Söylediği doğru. Ve bana göre kendi haline bırakılsa Özkök gerçekten de samimi bir demokrat olma kabiliyetinde. Herkesin, inandığı gibi yaşamasını cidden arzu eder. Ama o da yine kendisinin tabiriyle “şamatacı azınlık” ın oluşturduğu atmosfere yenik düşmüş. Sivil yasa yapılmasına karşı çıkanların safında yer alıyor…
Bu da başka türlü bir suret-i haktan görünmektir. Maşallah hepsi de “ıslah edici” pozunda…
Kur’an’da şöyle bir ayet var:
“Onlara, ‘yeryüzünde bozgunculuk yapmayın’, dendiğinde ‘Ne münasebet, biz sadece ıslah ediciyiz” derler. Hayır, hayır onlar gerçek bozguncudur da farkında değiller…” (Bakara, 17-18)