Sivas, Bayram ve Yeni Tehcir mi?

Okuyucularım bilirler, benim “uyuyan şehirleri uyandırmak” adında bir projem var. Amacım, İslam’ın, hayatımızı aktif bir şekilde etkilediği zamanlarda, toplumun kültürel yansımalarını barındıran o kadim şehirleri, külünden diriltmek.

Bu da ancak, o şehirlerin kültür ve mimari eserlerinin yeniden ihyası ve inşasıyla mümkündür.

Ak Parti iktidarının en büyük hizmetlerinden biri de hiç kuşkusuz, bu şehirlerdeki harabe eserlerin restorasyonuna zaman ve imkân ayırması olmuştur. Tebrik ediyoruz ve bu yöndeki çabalarının hız kesmeden devam etmesini umuyoruz.

Çünkü gerçekten medeniyetimizi diriltmek istiyorsak bu şehirlerimizi kendi kökleri üstünde ayağa kaldırmamız gerekiyor. Başka bir şey yapmaya gerek yok.

Bu çerçevede gezdiğim gördüğüm, kadim kültürümüzün sütunlarını barındıran şehirlerimizin ele alınması ve işlenmesi gereken yanlarını not ediyorum. Belki birileri gayrete gelir de himmet eder diye…

Sivas da o şehirlerimizden biridir. Belki de birinci sıraya almamız gerekiyor. Bir zamanlar Eretna Beyliğine başkentlik yapmakla kalmamış, aynı zamanda şifa ve tıp merkezi olmayı da başarmıştır tarihte Sivas… Esasında bu görev, denilebilir ki coğrafyanın ona yüklediği bir görevdir. Soğuk sıcak çermikleri, yılanlı gölü vs… Cenab-ı Hakkın Sivas coğrafyasına yüklediği bir vazife de insanın sağaltılması olsa gerek. Zira şifacı balıkları ve yılanları yanında denilebilir ki dünyanın en kabiliyetli sülükleri de Reyhanlı sülüğünden sonra Kangal’da yetişir…

Elbette ki Sivas’ın tarihi de anlatılmaya değer zenginliktedir. Fakat ben, şehrin el an sahip olduğu mucizevi imkânlardan bahsedeceğim.

Sınırları içinde Sivas gibi bir “imkânlar ummanını” barındıran bir ülkenin, tarımda, hayvancılıkta ve özellikle de başta şifa olmak üzere  “tematik turizm”de, başka ülkelere muhtaç hale gelmesi veya bu alanlarda mevcut olan potansiyellerden payını alamıyor olması cidden bir utançtır. Türkiye’nin böyle “çok membalı” bir çok şehirleri var elbet ama bugünkü konumuz Sivas!

Şehrin merkezi, Sivas’ın, ‘tarihi bir kent’ sayılması için gerekli yapılara sahip. Üstelik İstiklal harbimizin gerçekleştirilmesinde de ciddi bir pay sahibi. Osmanlının tasfiyesinden sonra Türk milletinin, bağımsızlığını yeniden kazanmak için başlattığı siyasi hamlelerinin ikincisinin burada gerçekleşmiş olması şehre başlı başına bir övünç payesi katmıştır.

Türk tarihinin en ilginç ve en müstesna mimari eserinin Divriği Ulu Camii’nin bu şehrimizin toprakları içinde yer alıyor olması, onu insanlık tarihinin en müstesna şehirleri konumuna yükseltir. Çünkü yapıldığı tarihe kadar yaşanmış tüm Türk tarihinin süreçlerini ve bu süreçte yaşanan sosyal olayları, tabi oldukları dinleri ve onların hayat içindeki etkilerini, Türk kültürünü, tüm teferruatıyla bünyesinde barındıran bir mimari eser. Ona yalnızca bir mimari eser demek, büyük haksızlık olur. Eğer Türk kültüründen hiçbir eser elimizde kalmamış olsaydı, bu mabet, bize o tarihi yeniden yazmamız için tüm belgeleri sunacak bir enmuzeçtir!

Türk mimarisinin ne olduğunu bilmek, onun taşı ve ahşabı nasıl işlediğini görmek isteyenler gidip şu mabedi görmeli ve bilen birinden dinlemeli! Osmanlı Türk mimarisini nerede ise tamamen Bizans’a ve Ermeni taş işçiliğine bağlayanların kulakları çınlasın!

Bir Türk o mabedi görmeden bu dünyayı terk ederse, atalarına karşı himmetsizlik etmiş olur. Bir insan onu görmeden ölürse, insanoğlunun neler başarabileceğini görmeden gitmiş olur.

Şöyle bir mabedi, değil insanlığa, Türk milletine bile tanıtamamış olmamız, evet Sivas’ın ayıbıdır ama onunla birlikte onu kendi kaderine bırakan Cumhuriyet idarecilerinin ve tabii tüm Kültür Bakanlarının utancıdır.

Divriği Ulu Camii, bir ili tek başına dünya insanlığına tanıtmaya yetecekken, şimdi size öyle bir şeyden bahsedeceğim ki dilinizi yutacaksınız.

Belki bir kısmınız Balıklı Çermik diye bir şeyi duymuşsunuzdur. Asıl adı yılanlı çermiktir. İlahi mucizenin ne olduğunu görmek isteyen gidip şu gölü ve şu balıkların marifetini yaşamalı! Acaba kaç insan bunu merak etti de baktı veya araştırdı.

Balıklı Çermik her türle cilt hastalıklarının şifa kaynağı! Yılanlı çermik dendiği de vaki. Yılanlar her zaman ortaya çıkmıyor. Ama suya bir yılancık hastalığına yakalanmış bir insan girdiğinde ortaya çıkıveriyorlar ve gelip hastanın hastalıklı yerine sarılıyorlar, tedavi ediyorlar. Isırma yok, sıkma yok…

Evet, şu çermik, gerçekten ‘mucize!’ denmeyi hak ediyor.  Bulunduğu alanda o balıklar nereden kaynaklanıyor nerden peydahlanıyor hakikaten ilahi bir muamma.

Yerden kaynayan suyun sıcaklığı 37 derece. Yani insanın vücut sıcaklığından yarım puan fazla. Bu sıcak suyun içinde üç tür balık var. Biri irice. İrice dediğim işaret parmağı iriliğinde. O teşhis ve tesbitçi! Yara temizleyici ve şifacı balıkların nereye çalışmaları gerektiğini o gösteriyor. Gelip hastalıklı bölgeye tıklar vurarak yer belirliyor. Oraya mim koyuyor adeta. Sonra biraz daha küçük bir tür balık var, o gelip o bölgeyi temizliyor. Deforme hücreleri parçalayıp yiyor. Eğer temren, sedef, egzama veya mantar gibi şeyler varsa, dış yüzeydeki tüm yara bereleri temizliyorlar. Sonra daha küçük şifacı balıklar geliyor. Ve derideki yaraları suyun içinde bulunan Selenyumun etki yapması için temizleyip bırakıyorlar.

Deri hastalıkları olup da gidip orada şifa bulamayan yok. Tabii ki en az 21 gün ve her gün de dört saat suda kalmak ve balıkların deriniz üzerinde çalışması gerekiyor.

Haa balıklar sadece yaraları tedavi etmiyor. Derideki tüm pürüzleri gideriyorlar ve size ipeksi bir cilt bırakıyorlar. İnanın ben böyle deri ustaları, güzellik uzmanı dermetolog görmedim! Cildiniz gerçekten ipeğimsi bir güzellik kazanıyor.

Daha da ilginci bu balıkların nasıl ve nerede türedikleri konusudur. Kaynağı, işletmek üzere 49 yıllığına Özel İdare’den kiralamış olan Ünsal kardeşlerden en büyükleri Fuat Ünsal, balıklardan söz ederken adeta saygı ve tazim ile konuşuyor. “Böyle bir kaynak yeryüzünde yok ve gerçekten bu Allah’ın şu Anadolu halkına bir armağanıdır. Bakın size tekrar söylüyorum dünyada onun gibi bir yer daha yok!” diyor

İnanın, bu su da Zemzem gibi ilahi bir mucize ve balıklar da tamamen ilahi bir lütuf! Nerede ürüyorlar nasıl çoğalıyorlar nerede ise gayb!

Fuat Ünsal, aynı zamanda Dünya Termal Sular Fedarasyonunun başkanı. Bize bir olay anlattı. Adeta bir mucizeye tanıklık etmiş bir insan edasıyla:

“Bir havuz daha açalım dedik. Kepçe çağırdık ve kaynağa yakın yerde bir havuz daha yapalım istedik. Kepçe çalışmaya başlayınca dilimizi yutacak olduk. Çünkü kepçe ile birlikte sular çıktığı gibi balıklar da çıkıyordu. Sanki balıklar yerin altında bilinmedik bir kudret tarafından beslenip bu suya bırakılıyorlar gibi geldi bize… “

Ondan sonra bu araziye de bu balıklara da daha bir saygı ve rikkatle yaklaşmaya başlamış Fuat kardeşimiz…

Fuat Bey tabii ki dertli! Tesisleri geliştirmek ve dünya standardında hizmet sunmak için her hamle yaptığında devletin abus yüzüyle karşılaşmış. “Bize bir şey yaptırmamak için her tedbiri alıyorlar” diyor.

Tesislere giden yol, Sivas’ın en kötü yolu olmasa da iki aracın rahat geçebilecekleri bir yol değil. Maalesef ne Turizm Bakanlığı işin farkında ne Sağlık Bakanlığı, ne de Ulaştırma Bakanlığı… Bu yer batılı bir ülkenin elinde olsaydı sizi temin ediyorum yıllık cirosu birkaç milyar doları bulurdu.

Uluslararası trtöst (terörist demek daha uygundur ama ne dersiniz!) olmuş ilaç firmalarının ilaçlarını yazmakta doktorlarımıza sınırsız yetki veren Sağlık bakanlığı, aynı esnekliği buraya gelecek sedef hastası hastalar için yapmıyor. Hâlbuki buradaki tedavi hastanelerdeki tedaviden hem çok ucuz hem de daha uzun ömürlü…

Düşünebiliyor musunuz, tesislerin bulunduğu yere daha sağlıklı bir elektrik şebekesi bile götürülmemiş. Dakika başı elektrik kesiliyor. Ünsal kardeşler oteli aydınlatmak ve kesintilerde işleri gördürebilmek için büyük bir jeneratör almışlar ama astarı yüzünden pahalı…

Hâsılı kelam burası öyle kısaca anlatılabilecek bir yer değil. İlahi bir lütuf bu topraklara ve bu insanlara amma zerre miktar kıymet bilmiyoruz, kıymet vermiyordur!

Kangal’ın tabii ki sadece şifacı balığı ve yılanı yok. Sülükleriyle de meşhurdur. Bugün Avrupa’da tanesi elli Euro’dan alıcı bulan doktor sülükler konusunda da şanslı. Reyhanlı sülüğünden sonra dünyanın en meşhur sülüğü de burada yetişiyor.

Tabii evcilleştirilmiş en müstesna bir hayvan olan Kangal köpeklerini anlatmaya hacet yok.

Sivas cidden anlatmakla bitmeyecek bir ilimiz. Gidip görmek lazım! Fuat Ünsal kardeşimizin de ifadesiyle “Sivas’ımıza gelmeden, Divriği Ulu Camiini görmeden, balıklı göle girmeden ve Kangal köpeklerini sevmeden dünyadan gitmek her insan için büyük bir kayıptır…

Sivas’ın her beldesinde her ilçesinde her köşesinde bir hüner bir nimet var. Akıncıların kavunu, Suşehri’nin kuru fasulyesi, Koyulhisar’ın domatesi, İmranlı ve Zara’nın balı, Altınyayla’nın tonus köftesi, Gemerek’in Gileburusu, Şarkışla’nın ozanı, Divriği’nin Camisi, Yıldızeli’inin Sıcak çermiği, Ulaşın çiftlikleri görülmeden Türkiye’mizi tanımış olmayız sanırım. Hele madımak ve Kuşburnu anılmadan Sivas’ı anlatabilmek zor!

Ben son üç valisini tanıdım. Sivasın son dört valisi hakikaten güzel işler yapmışlar. Ancak şehrin bir ayıbı var öylece duruyor. Yeni valimiz Davut Gül Bey inşallah ona el atar da Sivas’ı o ayıptan kurtarır.

Şimdilik sadece Tarım fuarının yapıldığı fuar binası, öylece metruk duruyor. Hasan Canpolat valimizin başlattığı ve ondan sonraki dönemde kendi haline terk edilmiş olan fuar binasının mutlaka tamamlanması gerekiyor. İnşallah onu da çiçeği burnunda valimiz Sayın Davut Gül tamalar da geçmişin çok kültürlü şehri Sivas’ımızı yeni medeniyetimizin kurucu şehirleri arasına katar.

Bu arada dört vali ile beraber çalışan ve konuştuğum her Sivaslının minnetle andığı Sayın Vali Yardımcımız Salih Ayhan beyi de anmak isterim. Aksi takdirde hatır bilmezlik etmiş oluruz Sivaslılar adına… Selam Sivas’ımıza ve selam geleceğin cennet asa baharını inşa edecekleri haber verilen o gayur gençlere!

Kurban Bayramınızı Tebrik ediyorum.

Kurban kelime olarak yakınlaşmayı ifade eder. Rabbi ile yakınlaşmak, huzuru içinde yaşamak olan kurban aynı zamanda muazzam bir sosyal tedavi ameliyesidir.

İnsan ruhunun arınmasına, hayvani ve vahşi duygulardan arınmasına kan dökücülük vasfının tedavi edimmesine yönelik bir ilahi operasyon olan kurban, kelime itibarıyla da muazzam bir hikmet içeriyor.

Kaf harfi, huruf ilminde “Sedene-i Seba” ve “sedene-i Esma” diye anılır. Sedene etkileşebilen demektir. Mesela hayat için yararlı olan toprak, su, hava ve güneş nasıl ki vücudun sarf ettiklerini yerine koyuyorsa aynı şekilde ruh da mandan bir hayat ile bedende tasarruf eder. Bedenin şu etkileyicilerden etkilenip onlardan yayılan feyzi alacak kabiliyette olmasına “sedene” denir. Şöyle düşünün bir yayın var ve cihazınızda o yayını alacek cihaz var. Eğer olmasaydı siz o yayını alamazdınız. İşte Feyyazı Mutlak olan Allah’ın ilahi isimlerinden yayılan nimetleri alabilme kabiliyetine sedene denmiş.

Şu feyz, insanı vücut aleminden, hakikat ve mana olan ruh alemine, yani ahiret alemine ulaştırır..

Kurban kelimesindeki Kaf’ın bize söyledikleri bunlar. Ra harfi ise “mükevvine-i müstevhibe” demektir. Yani çoook hususi bir ikramdır Kurban. Kime hususu bir ikramdır bu kurban?

-Be’ye!

Be Rububiyet ve ubudiyet harfidir. Biri, diğerisiz olmaz. Rabb, müstakil bir isim değildir. Ne zaman ki Allah bir varlığı var eder, işte o varlık ile olan muamelesine Rububiyet denir.

O zaman şeyle diyebiliriz, Kurban, kendisine ulaşmaya çalışan kuluna, hususi bir ikramdır ki bir yol bulup Ruh alemine girmeye yol bulsun.

Be den sonra gelen Elif, bu yolların sayısız şekilleri olduğunu gösterir. Esas olan Kulun, Rabbine vasıl olmasıdır. Kurban bunun için vardır ve kul Allaha kurbiyetini çok farklı şekillerde gösterebilir demektir.

En son harf Nun’dur. Nun, nübüvvet harfidir. Yani elçilik! İnsanın asıl vazifesi, bu aleme gönderiliş maksadını Nun temsil eder. O, gizli bir hazine olan Yaradıcısını bilmek, tanımak ve sevmek üzere tasarımlandı. İnsan, misyon itibarıyla ‘nebi’ (haber verici)dir. İnsan, Kul ile Allah Arasında eşya ile İnsan arasında hikmetin aracılığını yapar.

Mesela at kılını tele sürttüğünüzde keman gibi bir sese ulaşılacağını kul sezgisiyle bilmiş ve aktarmıştır.

Bir otun hangi derde şifa olduğunu yine ilahi bir feyz ile kul bilip onu diğer insanlara bildirmiş oldu. Her şeyi düşüren havanıya binmenin bir yolu olduğunu bulup uçağı icat etmek gibi… ve hakeza…

Keza nebiler bize bir Yaratıcının olduğunu ve bizden beklentilerinin ne olduğunu aktarmışlardır. İşte Nun harfi şu misyonu temsil eder.

KuRBAN kelemisindeki son harfin Nun olması, insanın bütün bu seramonileri, kendisine verilen görevi ifa etmek için yaptığını haber verir. İnsan insan ise ve Rabbin’den gelen feyze mazhar olmak ister ise kurban kesmeli.

Bu, gerçekten başarılması zor bir iş! Kul Rabbine varmaya karar verdiğinde ve o hayvanın boğazına o bıçağı nefsinin gırtlağına dayar gibi dayadığında Ruhunu bütün istidatlarıyla Allaha teslim olduğunu idrak eder ve böylece bayramı hak eder!

Bayramınız mübarek olsun.

Ahir ömrünüz; beratınızı sağdan alacağınız gününüz asıl bayramınız olsun!

İslam dünyasının büyük acılar ve problemlerle uğraştığı, İslam coğrafyasında oluk oluk kan aktığı, birilerinin Müslümanlara rağmen onlara yeni haritalar çizmeye çalıştığı şu kan revan günlerinde, inşallah akıtacağımız kurban kanları, bizim fidyemiz ve can kadamız olur.

Allah’ın huzuruna çıkmaya yüzümüz kalmadığı gibi, “yapın bir şeyler artık” diye umutsuz bakışlarla yalvaran ummetin zayıflarının da yüzüne bakacak halimiz kalmamış!

Her ihmalkârlığımız, içimize salınan her fitne, geleceğine umut bağladığımız cennet-asa baharımızı başka bir mevsime erteliyor yazık ki!

Yeni Bir Tehcir örneği Mi

Ve geldim yazının en zor yerine! Zor, çünkü mesele bıçak sırtı bir mesele. Haklı bir konuyu haksızlıklara hedef yapmak istemiyorum zira. Ülke büyük bir badireden geçiyor. Her iktidar, kendisine darbe girişiminde bulananlara karşı ‘intikam alma’ hırsına kapılır ve bunda siyaseten de haklıdır. Ancak erdemlilik, intikam almaklığı bile adalet içinde yapmayı gerektirir. Adil devlet böyle zamanlardaki tutumlarıyla adil devlet olur!

Şimdi “şu gözaltına almalarda bir yığın da haksızlık yaşanıyor” desem elbette ki beni haklı çıkaracak birçok örnek vardır.

Ama şu da bir gerçek!  Bu tür söylentilerin, yani “her gözaltına alınanın haksız yere alındığı” söylemi kasıtlı bir propagandadır. Bunu görüyorum. Birileri bunu, kasıtlı olarak el altından yayıp hükümete karşı bir menfi propaganda yürütüyor. El altından anlatılan bir yığın düzmece hikâyelerle, sanki gözaltına alının herkes masummuş gibi bir algı yaratılmak isteniyor. Haklı olan gözaltıları da şaibeli hale getirmek isteyen bir irade, fısıltı dünyasına hâkim olmaya çalışıyor.

Elbette bu tür söylentilere itibar etmemek gerekir. Fakat bütün bütün yabana atmamak da gerekir. Ben sayısız örnek dinledim, “masumum” denilen! Ardına düşülünce bakıyorsunuz ki hiç de masum değil. Ya Twiter’da ya Face’de ya İnstegram’da, darbe öncesinde veya sonrasında mensubiyet veya taraftarlık işmam eden tavırlar sergilemiş.

Tabii ki hükümete muhalif olmak aynı zamanda darbeye taraftar olmak değildir ama savcıların ve hâkimlerin bunu tefrik etmeleri için sizi dinlemeleri gerekiyor. O zaman da gözaltına alınıyorsunuz.

Bununla beraber, hakikaten masumen işten çıkarılan, işten el çektirilen, mahkemelere sevk edilen insanlar da yok değil. Çevremden biliyorum. Her beş on kişide bir tane mağdur da görülebiliyor.

Mesela 2010 yılında yapılan memurluk sınavcında birileri, kendi yandaşlarına kopya verdiler diye o sınava girmiş herkesin memuriyetini feshedip işten çıkarmak asla adil değildir. O sınavlarda FETÖ’cü olmayan ama sınavı da hakkıyla kazanmış bir yığın insan vardır. Onlardan biri de benim yeğenimdir. Ben tanığıyım, istediği özel işi kazanmak için aylarca dışarı çıkmadan çalıştı. Yüksek de bir puan aldı ve kule kontrol görevlisi oldu. Darbeden sonra işten el çektirildi sınavda yüksek puan aldığı için. Bunu kimsenin bir şey demesi beklenmez. Ama hemen ardından hiçbir gerekçe gösterilmeden işten de çıkarıldı ve resmi gazetede yayınlandı! Bu, olağanüstü hal yasasıyla bile izah edilemez. Alırsınız, sorgularsınız, eğer örgütle bağlantısı varsa, işini de feshedersiniz devletteki aşını da! Bunun aksi, sizi, size oy verenler nezdinde bile şaibeli hale getirir!

Hiç kimse şu tür hadiselerden Cumhurbaşkanımızı veya Başbakanımızı veya Bakanlarımızı suçlayamaz. Benim de aklımdan böyle bir şey geçmedi. Zira onlar ancak talimat veririler. Fakat eğer, o işlerin aşağılarda nasıl görüldüğünü takip etmezler ve işin yürütülmesini bir takım kifayetsiz muhterislerin insafına bırakırlarsa, şu mesele Tehcir Yasası kadar milletin başını ağrıtacak bir hal alır. Ve nasıl ki Ermenilerin Tehcir edilmesi meselesi, bugün bir ayıp gibi İttihat Ve Terkki’nin boynuna asılıyorsa şu meselede yaşanacak adaletsizlikler de öylece Ak Parti’nin boynuna asılır!

Tıpkı hıyanet eden Ermenilerin tehcir edilmesi gibi derbecilerin ve yandaşlarının da işten el çektirilmeleri doğrudur ve haklıdır. Ama yargılayıp karara bağlamadan işten çıkarmak zulümdür. Kimse mutlak bir adalet de beklemiyor. Ben de beklemiyorum! Ama şunu iyi biliyorum ki devletin bekası adalet iledir. Başına buyruk memurların insafıyla değil!

Devletin bekası iktidarın geleceğinden de mühimdir elbet. Ama adalet özellikle devletin bekası için aranan bir kriter olmalı ki Devlet yaşasın, ta ki millet yaşasın.

Devlet milletin karşısına çıkmaz. Ama hükümet çıkar. Çünkü her dört senede bir onun onayına muhtaçtır! Yani bugünlerde lehte ve aleyhte yaşanan her gelişme, iktidara yazacaktır. Hayat bugünden ibaret değildir. Yarınları da var. Hükümet, adliyenin çalışmaları dışında, geçici bir üst komisyon (şikayetler için) oluşturması ve hakikaten mağdur olan varsa bunların incelenip dosya haline getirmesi ve konuyla alakalı savcılara göndermeli! Çünkü bir kısmının durumu adliyeye sevk  edilmeden de çözülebilecek durumda. Bu yapılmazsa emin olun şu mesele de Ermeni Tehciri olayına dönüşecek.

Osmanlı Tehcir kanununu çıkarmada, yerden göğe kadar haklıydı. Hükümetin de şu hainleri sistemden temizlemek hakkı olduğu gibi! Kimse buna bir şey diyemez, hakkı da yoktur dese de itibar edilmez! Yeter ki sorgulamalar ve gözaltına almalar adilane ve isabetli olsun. İş, bir takım alt kademe memurların, bireysel intikamlarını, alma linçine dönüşmesin!

Aksi takdirde hükümet, tehcir kanunu çıkarmada ve kararı uygulamada yerden göğe kadar haklı olan Osmanlı’nın tehcir yüzünden düştüğü duruma düşer. O gün de hükümet, tamamen haklı bir gerekçeye dayanarak, devlet olmanın icabı olarak, hıyanet etmiş Ermenileri yerlerinden sürmeye karar verdi. O zamanki adıyla tehcir!

Peki, biliyor musunuz, tehcir neden sonradan jenosit olarak anıldı?

Hükümet, Tehcir Kanununun tatbikini doğru ellere vermediği için!

Ermeniler biz tehcire uymayacağız demediler. Kanuna karşı boynumuz kıldan ince dediler. Peki ne oldu. İnsanlar onları yol boyunca,  bireysel intikamları veya paraları yüzünden öldürüldüler.

Ve o hadise, kifayetsiz muhterisler yüzünden Türk milletinin bir utancı haline getirildi. Neden çünkü kanuna teslim olan insanlar korunamadı! O gün hükümet ve devlet zayıftı, olaylara hâkim olamıyordu. Ya şimdi?

Ya olaylara hâkim olamıyoruz diye itiraf edeceksiniz veya mani olacaksınız!

Evet, Ermeniler tehciri hak ettikleri gibi, FETÖ’cüler ve PKK terörüne destek verenler de sistem içinden ayıklanmayı hak ediyorlar. Herkes zaman zaman ettiğinin bedelini ödüyor. Bu kaderin cilvelerindendir. Tabii ki bu bir iktidarın eliyle olur. Eğer o iktidar tam bir hâkimiyetle işi kotarabiliyorsa ne ala!

Aksi takdirde iş “gücü gücü yetene!” halini alıyor. Bu noktada sayısız örnekler biliyorum. Mesela Çanakkale Valimiz. Cansiperane bir mücadele verdi darbe gecesi ve sonrasında. Kelle koltukta bir vatan evladı! Ben sayısız vali tanıdım onun kadar tarfgirane mücadele veren de yok. FETÖ’cülüğün Fe siyle alakası yok. Ama görevden alındı?

Niye biliyor musunuz? FETÖ’cü olduğuna sayısız delillerle ispat ettiği bir adamı içeri aldırmak istediği için! Efendim bu adam kim mi diyorsunuz?

Onun kim olduğu önemli değil. Arakasında hükümetin en güçlü isimlerinden biri var. Onun hanımının akrabası. Eğer görevden alınırsa herhalde kendisi de sıkıntıya düşecek diye bu ateşparesi vatan evladını harcadılar. Buna benzer hadiseler maalesef var.

Yani işini yürütenler FETÖ’cü de olsa korunabiliyor ama siz cansiperane çalışsanız da birilerinin zülfi yârine dokunmuşsanız,  iş bir ihbara bakıyor. Önemli illerimizden bir vali yardımcısı kardeşimden dinlemiştim, “o kadar rayından saptırılmış bir ihbar furyası var ki, bu topluma darbeden daha ağır zayiat verdirecek diye korkuyorum” demişti

Evet, maalesef böyle zamanlar intikamların ön plana çıktığı zamanlar! Bilhassa büyük kurumlarda ve üniversitelerde, tam bir bireysel intikam rezaleti yaşanıyor. Doğu’da ve batıda farklı hassasiyetlerle… Tabii her şeye rağmen işini kotaranlar da vardır. Ve maalesef zayıflar ve çaresizler, kimsenin ardına düşemediği insanlar, bir iki ay sorguya bile çıkarılmadan içerde tutuluyorlar. Bunların vebalini hükümete yüklemenin alemi de yok!

Biliyorum iş çok, savcılar az ve dosyalar kabarık. İşin tuhafı işin elebaşlarının büyük bir kısmı yurt dışına kaçmış durumda. Onların burada kalmış akrabaları bedel ödüyor.

İş nereye varır bilmiyorum ama hakikaten hükümetin bu noktada bir tedbir alması gerekiyor. Yoksa şu gözaltılar da Tehcir hadisesi gibi milletin boynuna asılan bir yafta olacak!

Hakkında Mehmet Ali Bulut

1954’te Gaziantep’in İslâhiye ilçesinin Kerküt köyünde doğdu. İlkokulu burada tamamladı. Gaziantep İmam Hatip Lisesini ve ardından Gaziantep Lisesini bitirdi. 1978 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap ve Fars Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nden mezun oldu. Aynı Fakülte’nin Tarih Bölümünde doktora tezi hazırlamaya başladı. 1979 yılında Tercüman Gazetesi’ne girdi. Tercüman Kütüphanesinin kurulması ve kitapların tasnifinde görev aldı. Birçok kitap ve ansiklopedinin yazılmasına ve hazırlanmasına katkıda bulundu… Daha sonra gazetenin, haber merkezi ve yurt haberlerinde çalıştı. Yurt Haberler Müdürü oldu. Köşe yazıları yazdı… 1991 yılında Haber koordinatörü olarak Ortadoğu Gazetesi’ne geçti. Bu gazete 5 yıl süreyle köşe yazarlığı yaptı. Yeni Sayfa ve Önce Vatan Gazetelerinde günlük yazıları ve araştırmaları yayınlandı. 1993 yılında haber editörü olarak İhlas Haber Ajansı’na girdi. Kısa bir süre sonra ajansın haber müdürlüğüne getirildi. Mahalli bir ajans konumundaki İhlas Haber Ajansı, onun haber müdürlüğü döneminde Türkiye’nin ve Ortodoğu’nun en büyük görüntülü haber ajansı konumuna yükseldi. 1997 yılında İHA’dan ayrılmak zorunda kaldı. Bir grup arkadaşıyla birlikte Veri Haber Ajansı’nı kurdu. Finansal sıkıntılardan dolayı Ajansı kapattı. 1999 yılında BRT Televizyonuna girdi. Haber editörü ve program yapımcısı olarak görev yaptı. 2001 Mayısında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Basın danışmanlığına getirildi. 3 yıl bu görevde kaldı. Bir süre Ali Müfit Gürtuna’nın basın ve siyasi danışmanlığını yaptı. Turkuaz Hareket’in mantalitesinin oluşturulmasında büyük katkısı oldu. Bugün Gazetesi Yurt Haberler müdürü olarak çalışan Bulut, emekli ve sürekli basın kartı hamilidir. Eserleri: Karakter Tahlilleri, Dört Halifenin Hayatı, Geleceğinizi Okuyun, Rüya Tabirleri, Asya’nın Ayak Sesleri, Ansiklopedik İslam Sözlüğü, Türkçe Dualar, Fardipli Sinha, Derviş ve Sinha, Ruhun Deşifresi, Gizemli Sorular, Ahkamsız Hükümler, Can Boğazdan Çıkar, Sofra Başı Sağlık Sohbetleri gibi yayınlanma aşamasında olan çeşitli eserleri bulunmaktadır. Roman ve Hikaye: Mehmet Ali Bulut’un Roman türünde yazılmış Fardihli Sinha, Derviş ile Sinha adında iki romanı ve aynı serinin devamı olarak Zu Nima ve Fardipli Sinha 2 ve Fardipli Sinha 3 tamamlanma aşamasındadır. Diğer çalışmaları: Çeşitli dergilerde yayınlanmış çok sayıda makalesi, şiirleri bulunan Mehmet Ali Bulut son dönemdeki yazılarını haber7.com’da yayınlamaktadır. Bulut evli ve bir kızı vardır.

Ayrıca Bakınız

Ayağı Yere Basmayan Bir Yazı (II) – (İfsat İktidarının Sonu)

Geçen yüzyılın başında onların taleplerine izin vermeyen Osmanlı’yı yıktılar ve İsrail devletinin kurulması önündeki manileri …

2 YORUM

  1. Tespitleriniz mukemmel hocam.

  2. Ahmet gümüştekin

    Bu yazıyı üç ayrı başlıkta ve üçe bölerek yayınlasanız daha iyi olur….bundan sonrakilere….

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir