Bugün çok mutluyum.
Bu sabah harika bir sabah!
Ve ben uzun bir tarihin hatıralarını yüreğimde nefesleyerek sabaha uyandım.
Eminim başbakanımızın zulmüne küstahlık kılıfı giydirmeye çalışan Perese haddini bildirdiği akşamın sabahına siz de benim gibi keyifle uyanmışsınızdır.
Sabah uyandığımda, aynada yüzümü baktım.
Gençleşmiştim adeta! Daha bir zinde idi bedenim.
Pazularımda, Hayber Kalesi’nin kapısını koparıp, Müslümanlara kalkan yapan Hz. Ali’nin gücünü hissettim.
Hayber Yahudileri, Hz. Peygamberle sözleşme yaptıkları halde, savaşta müşriklere yardım etmiş ve Müslümanları arkadan vurmaya kalkışmışlardı.
Yahudi, ilk defa o gün tatmıştı ‘sahibbüsseyf peygamber’in ordusunun tokadını!
Evet, pazularım güçlenmişti sanki.
Yüzüme baktım.
Ayna’da Alparslan’ı gördüm. Kuyruğunu kendi elleriyle bağladığı kır atından henüz inmişti. Yorgundu, fakat Anadolu’nun kapılarını ardına kadar Türk milletine açmış olmanın vakur gülümsemesi vardı yüzünde.
Evet, İstanbul daha bir güzeldi bu sabah. Çamlıca’nın havası daha bir ferahlatıcı ve gençleştirici idi.
Pencereyi açtım ve Çamlıca tepelerine baktım. Çok uzaktan, taaa Rumeli Hisarı’ndan yankılanıp gelen çektiri sesleri, at kişnemeleri duydum. Ve gözlerime Fatih’in o ihtişamlı ve heybetli görüntüsü takıldı.
Büyük bir coşku ve tezahüratlar arasından İstanbul’a giriyordu. Genç Rum dilberler biraz kurku ama daha çok hayranlıkla atının ayaklarına kırmızı güller serpiyorlardı.
Saygıyla eğildim ben de o hayali hatırat önünde!
Daha Fatih sahneden çekilmeden, torunu; bütün zamanların en kudretli padişahı sahneye girdi. Atı da kendisi gibi taşkındı! ‘Bu dünya bir sultana çok, iki padişaha az’ diyecek kadar muazzam bir cihan hâkimiyeti mefkûresine sahip olan Yavuz Sultan Selim han sahneye girdi.
Bir sonbahar ikindisinde, günlerdir görüşmek için bekleyen Avrupalı bir elçiyi, çıktığı küçük bir şehir turunda at sırtında kabul eder. Elçi el pençe divandır ama fark edememiştir, sultanın gölgesine bastığını.
Yüzüne bir Osmanlı tokadı patlar. Ne olduğunu anlamadan gür bir ses duyar:
Dikkat et, sultanımın gölgesine basıyorsun!
Sonra II. Abdülhamid geldi gözlerimin önüne. Saygıyla önünde eğildim ve dedim ki: “Sultanım senden özür diliyoruz. Senin bir imparatorluğu yıkmak pahasına vermediğin o topraklarda şimdi cihanın tanık olmadığı zulümler ve cinayetler işleniyor. Seni anlamadık bizi affet!
Bana “güzel günler ve ihtişamlı bir gelecek sizi bekliyor” dedi.
Sonra Mustafa Kemal’i gördüm.
Karşısında Nazi elçisi vardı. Küstah ve tehditkâr bir eda ile bir şeyler talep ediyordu.
Mustafa Kemal müsaade istedi. İçeri geçti, askeri kıyafetlerini giydi ve gelip elçinin karşısına oturdu. Elinde kamçısı vardı:
“Buyurun şimdi konuşabiliriz!” dedi.
Ona verdiği mesaj beliğdi: “Sizin maddi gücünüz, topunuz tüfeğiniz olabilir. Bizim yüreğimiz ve sizin taptığınız hayata beş para değer vermez cesaretimiz var!”
İnsanın ölümü göze alabilmesinden daha kudretli, daha izzetli bir çözüm yolu varsa, o da bunu akıllıca yapmaktır!
Sonra da bana dönüp, “-Oldu mu çocuk! dedi.
“Oldu” dedim, “oldu!” Hiç olmayacak sandığım şey oldu!
Benim başbakanım bütün dünyanın güzü önünde, zındıka komitesinin en tepesindeki adamın suratına öyle bir Osmanlı tokadı aşk etti ki, sesi mağrib u maşrıkta yankılandı!
…
Sonra Selahaddin-i Eyyubi sahneye girdi. Yüksekçe bir tepenin üstünde, duru bir ata binmiş Kudüs’e bakıyordu. Fatih’in İstanbul için söylediğini O da Kudüs için terennüm ediyordu:
-Ya ben Kudüs’ü alırım, ya Kudüs beni!
***
İçimizde büyütüp besledikleri, ihanetle emzirip, sadakatsizlikle perverde ettikleri tüm medyacılara, monşerle, batıcılara, paralı beslemelere rağmen.
Bu hayali hatıralar beni de coşturdu. Bediuzzaman gibi avazım çıktığı kadar bağırdım:
Evet, istikbal inkılabâtı içinde en yüksek gür seda İslam’ın sedası olacaktır. İşte o günler yaklaşıyor. İşte o eyyamın gölgesi başımızı okşamaya başladı!
Ey mazlum insanlar! Biraz daha dayanın. Kibri adalet, tafrası tevazu, hışmı merhamet olan kavim geliyor. O ‘Tanrının Kılıcı’dır ki, ne zaman bir yerde tefessüh, zulüm ve fesat meydana gelse, onu onlara musallat eder!
İbrahim(as)’i ateşe atan Hurrilere, mazlum Hıristiyanlara hayat hakkı tanımayan Romalılara, kendileri gibi inanmıyorlar diye ağır vergi ve kahır yüküyle Ermenileri canından bezdiren Bizansa, sırtlan sürüleri gibi dalga dalga İslam yurtlarına saldıran haçlı sürülerinin hışmını göğsünde söndürmek üzere Avrupaya haddini bildiren kavim, şimdi dezulmü huy edinmiş İsrail’e ve onun destekçilerine hadlerini bildirmek üzere ayağa kalkmış bulunuyor!
O kavim, Yahova’nın ‘Aslanı’, ‘Rabbi’nin ‘Kuzeyden gelecek hışmı’dır.
“Yahuda’da duyurun, Yeruşalim’de ilan edin, ‘Ülkede boru (İsrail’de sirenler) çalın!’ deyin, ‘Toplanın’ diye haykırın, ‘Surlu kentlere kaçalım! Siyon’a giden yolu gösteren bir işaret koyun! Güvenliğiniz için kaçın! Durmayın! Üzerinize kuzeyden felaket, büyük yıkım getirmek üzereyim! ‘Aslan’ ininden çıktı, ‘ulusları yok eden’ yola koyuldu. Ülkenizi viran etmek için yerinden ayrıldı. Kentleriniz yerle bir edilecek, içlerinde yaşayan kalmayacak” (Yeremya 4/ 5-7 ayetler)
Evet nihayet, Tamara’nın çocukları, Yahova’nın Aslanı’nın üzerlerine çekmeyi başardı. Zulmün alçak basıncıyla ‘Kuzey’den gelecek fırtına’yı kabarttı.
Kur’an ‘Nuhun Çocukları’na sabrı ve şükrü tavsiye etmiş. Biz de öyle edeceğiz. İşte diyorum:
Selam size ey ihtişamlı atalarım!
Selam sana ey şanlı istikbal! Bugünümüze bakıp bizi ayıplamayın. İki şanlı zaman arasında aciz bir dönem geçiren bizlere merhamet edin, gadab değil!
Ve yazıklar olsun onlara ki, “Kalkın ey ehli vatan!” dendiğinde dizlerinin bağı çözülüp de hırs ve şehvetten ibaret olan dünya hayatlarının üzerin abanırlar! Düşmandan çok onlar, kendi halklarına zarar verirler.
Bakın nasıl da gazetelerinde korunaklı mahfillerinde karınlarından konuşmaya başladılar bile. Onlar, sadece kınayıp içimize korku salmak isterler. Kalplerindeki maraz dillerine vurmuş. Şimdi “Ebu Lehebin iki eli kurusun!” ayetinin bir kere daha okuyun! Marazları içinde heder olsunlar.
Ama bu millet artık kınayıcıların kınamasına aldırmayacak kadar büyüdü.
*** *** ***
Bu yazı “30.Ocak.2009 18:04:01” tarihinde gasteci.com’da “Sultanın gölgesine basan adamın başına gelenler” başlığında yayınlanmıştır.