İHA’nın Başarısı
İhlas Haber Ajansı’nın haber müdürlüğünü yaptığım yıllarda genel müdürümüz Fevzi Kahraman’dı. Fevzi Kahraman, her şeyi yerinde görmeyi ve yapmayı seven, pratik zekâlı, son derece becerikli ve gayretli bir insandı. Onun o açılımcı ruhu sayesinde sık sık bölgelere gidip, teknik toplantılar yapardık.
‘Gayret’in, ‘bilmek’ten daha kıymetli olduğunu ben onun sayesinde öğrendim. Nitekim ajans onun döneminde müthiş bir açılım yaptı. (Tabii maksadım, size İHA’yı anlatmak değil. Ama bir gün mutlak anlatılmalı ve yazılmalı. Çünkü bana göre demokrasi tarihimiz İHA anlatılmadan yazılamaz. Türk halkı, ‘yerinden haber’ fikri ile İHA sayesinde tanıştı. Onun sayesinde öğrendik, önceki dönemlerde ne kadar kirli haber içtiğimizi. Basının, Sistemin Tanrısı’nın hatırına ne kadar feci saptırmalar ve kandırmalar yaptığını İHA gelince -ardından da CİHAN- anlayabildi bu millet. Dolayısıyla eğer bugün, siyasette birilerinin, meseleleri çarpıtma keyfiliğine son verilebilmişse, imamın keçisi çalındığı halde “imam keçi çaldı” diyecek kadar gözü dönmüş bir basının, ‘ben dedim doğrudur’ dayatması son bulmuşsa bunda İHA’nın payı yüzde 51’dir. Kurucuları da emeği geçenler de takdire şayandır-)
Evet, işte İHA’nın o ilk yapılanmaları döneminde Sayın Kahraman’ın yerinden yönetim gayreti vesilesiyle sık sık başka bir ile gider toplantılar yapardık. Gideceğimiz yer Van, Diyarbakır, Trabzon, Samsun gibi uzak değilse karayolu ile giderdik. Ben Türkiye’yi ve coğrafyasını, İstanbul’un gerçek habere ne kadar uzak veya yakın olduğunu o yolculuklarda öğrendim. 1994-97 yılları arasında sık sık Anadolu’ya seyahat imkânım oldu.
Türkiye’nin Gerçek manzarası
1997-98 de ise bir arkadaşımın teşviki ile kendimiz bir ajans kurmaya kalkıştık. O zaman da Anadolu’yu tepeden tırnağa gezme imkânım oldu. Bürolar kurmak niyetiyle İstanbul’dan çıkıp, Erzurum’a kadar, yolumuz üstündeki illeri ziyaret ede ede gittik. Oradan indik, Van ve Diyarbakır üzerinden Şanlıurfa, Gaziantep, Adana; Adana üzerinden Mersin ve Antalya; Antalya’dan Denizli, Uşak ve İzmir; İzmir’den Manisa, Balıkesir, Bursa, Çanakkale ve nihayet İstanbul’a döndük. Toplam bir hafta içinde…
Diyebilirim ki Türkiye’nin gerçek manzarasını görmek o zaman nasip oldu. Türkiye’nin arazisi de coğrafyası da yolları gibi son derece perişan ve pejmürde ve metruk idi.
Türkiye’nin Aort Damarlarını Özal Açtı
Rahmetli Özal’ın gayretiyle, bazı ana akslar otobana dönüştürülmüş veya en azından üç şerit haline getirilerek trafiğin akışı sağlanmıştı… Özal öncesinde Türkiye yollar ve ulaşım bakımından üçüncü dünya ülkelerinden bir ülke idi… Anadolu adeta, kan damarları tıkanmış ve o yüzden de bedeninde yer yer doku çürümeleri oluşmuş bir bünye gibi dökülüyordu. O bedenin aort damarlarını açan Özal oldu.
Geçtiğimiz yıl güneydoğu illerini gezdim. Şanlı Urfa, Diyarbakır, Mardin, Midyat ve ta Nuseybin’e kadar indik. Gördüm ki Özal rahmetli döneminde yapılmış otoban ta Nusaybin’e kadar ulaştırılmış. Yollar muhteşem. Hatta kendi kendime ‘Batı illeri de biraz ağlamalı artık, ta ki oralara da devletin eli uzansın’ diye düşünmüştüm. Çünkü 1998 yılında Antalya’dan çıkıp Burdur ve Denizli üzerinden İzmir’e gitmiştik de yol boyunca defalarca yüreğimiz ağzımıza gelmişti. İstanbul’u Bilecik ve Eskişehir’e bağlayan yol da aynı durumda idi…
Geçtiğimiz cumartesi, aynı yolu bu kere tersinden geçtik. Yeni yollar yapılmış, hepsi duble. Dağlara, bağlara hayat gelmiş. Anadolu’nun en ücra köşelerine kan yürümüş adeta. İnsanlar yeniden hayata sarılmışlar. Dağlar ağaçlandırılmış, birçok bayıra zeytin ağaçları dikilmiş ki, Uşak bölgesi, eskiden pek zeytinle tanışık değildi. O kel, sarı ve garip dağlar heyecana gelmişler, umuda kapılmışlar… (Canlı ve hayata katılmış tabiatı ilk Avrupa yollarında gezerken hissetmiştim.)
İnsanlar daha bir güzelleşmiş, daha bir medenileşmiş. 2000’li yıllardan bu yana kara yolunu fazla kullanmamıştım. Otobüsler değilmiş adeta uçak konforunda seyahat ediyorsunuz.
Bir Firmanın İzmir Sorumlusu
Bu arada bir ismi hasetsen anmak isterim. Eskiden sık sık yaşanırdı, firmalar aynı koltuğu iki kişiye satarlar ve iş kavgalara varırdı. Biletiniz yansa başınız hangi taş sert ise ona vururdunuz.
Cumartesi günü Ayvalık’tan İzmir’e İzmir’den de Afyon’a geçmem icap etti. Ayvalık İzmir için ayrı İzmir Afyon için ayrı bilet almam gerekti. Aktarmalı yani. Fakat nedense İzmir için kesilen bilet, bileti aldığım dakikaya yapılmış. Halbuki ben cumartesi için bilet ayırtmıştım.
Cumartesi geldi ve Ayvalık’tan binip İzmir’e geldik. Hemen koşturup Afyon’a giden otobüse yetiştim. Aa bir de ne göreyim benim koltuğumda bir başkası oturuyor. ‘Yer senindi benimdi’ kavgasına girmeden baktım ki benim biletim perşembeye ait. Üstelik de imzalamışım. Bileti alırken Ayvalık İzmir için kesilen biletin doğru olduğunu görerek, ikincisini incelemeye bile gerek duymadan imzalamıştım. Meğerse hatalıymış.
Otobüsten inip terminale geldim. Durumu anlattım. Beni firmanın sorumlusu Mert beye havale ettiler. Dedim ki “Kardeşim, biz, ‘bileti inceledik’ diye imzalamışız, hakkımız yok bize bilet paramızı verin veya bizi Afyona bugün gönderin demeye ama durum da budur budur”. Esasında firma adını vermemek gerekir ama ben teşvik olması açısından vereceğim Pamukkale firmasının İzmir sorumlusu bir genç bu arkadaş.
Önce hemen bir sonraki otobüs için yer ayırtmaya çalıştı. Bir sonraki seferin gece 01.00’de olduğunu öğrenince, ‘kardeşim önce gidin başka bir firmadan yerinizi alın, ben konuyla ilgileneceğim” dedi. Ve bir iki telefon görüşmesi yaptı, Ayvalık ile görüştü ve gelip, “Özür dileriz, hata bize ait, arkadaşımız dalgınlık yapmış. Şu anda size uygun bir seferimiz de yok buyurun paranız!” dedi.
Ben cidden şaşırdım. “Demek ki “dedim, “mekan ve fizik güzelleşince insanların kalitesi de artıyor”.
Yakınan ‘idare’ciden İş Yapan ‘Yönetici’lere
Hakikaten Türkiye’de müthiş değişiklikler olmuş. Dağ bayır canlanmış, hayat gelmiş tabiata elhamdülillah. Benim öteden beri savunduğum bir tezim vardı ‘Karanlıktan yakınacağına kalk bir ışık yak. Dağların kelliğinden arazinin çıplaklığından yakınacağına kalk o araziye uygun bir çalı çırpı ek. Çünkü Allah kerem sahibidir. Rızka muhtaç mahlûk varsa rızkını da verir. Siz dağlarınızı ormanlarla donatır, ovalarınızı meyve bahçeleri ile süslerseniz, Cenab-ı Hak da o ağaçların rızkı olan yağmuru bol bol verir… Allah katında en küçük fiili dua, yani teşebbüs, en büyük kavli duadan, daha makbuldür” diye.
İdarecilerimiz bizi yıllarca ‘idare’ ettiler. Akıllarımızı tavhid, mesailerimizi teşrik etmediler. Kader sanılan bir yığın çaresizliğin basit bir adım atılarak değişebileceğini bize göstermediler. Osmanlı da dâhil devlet, çoğu kere vatandaştan daha kaderci hareket etti yıllarca. Çaresizliğimizi coğrafyanın kıt imkânlarına havale edip onu değiştirmeyi ve dönüştürmeyi akıl edemediler. Tıpkı şehirlerimiz gibi. Zaten Refahlı Belediye başkanları gelinceye kadar Türkiye, şehircilik hizmetini de bilmiyordu. Atalardan nasıl görülmüşse aynı tembellik ve tekerrür ile hayatımız akıp gitti. Ve sonunda Anadolu, dağları çıplak, ovaları verimsiz; hayvan ırkları çelimsiz, tohumları ile sebze ve meyveleri ile verimsiz bir hale geldi. Anadolu köylüsü kıt kanaat geçinen çaresiz bir vaziyete düştü.
Ama geçtiğim yollar, gördüğüm bağ bahçeler, bana şu duyguyu verdi ki Anadolu gerçekten uyanmaya başlamış. Elhamdülillah. Demek ki bu millet kendisine hizmet etmeyi dert edinmiş ‘yöneticileri’ne kavuşmuş…
Tıpkı geçen iki hafta önce girdiğim duruşmalarda hissettiğim gibi. Eskiden bir adres tashihi, bir kayıt talebi için mahkemeler bir iki ay ertelenirdi. Baktım hâkimlerin ve savcıların önünde network bağlantılı bilgisayarlar var. Her şey TC kimlik numarası üzerine endekslenmiş. Kimlik numaranız biliniyorsa devlet size, esiz devlete hemen ulaşabiliyorsunuz. Tv’de yaptığım konuşmalar sebebiyle girdiğim duruşmalardan çıkarken, kendi kendime ‘Elhamdülillah memleket nereden nerelere gelmiş, Allah vesile olanlardan razı olsun’ diye düşündüm.
Muhalefetin şunları görmüyor olmasına veya gördüğü halde, görmezlikten gelmesine anlam veremedim. Hâlbuki yapılan hizmetleri az da olsa görüp tekdir etseler, iktidarın ayıplarını eleştirdiklerinde daha ciddiye alınacaklar. Ama alınmıyorlar. Çünkü millet, hakikaten yapılanları görüyor ve hayatındaki değişikliklerin farkında. Böyle olunca da üçüncü kere, desteğini arttırarak iktidarı destekledi. Benim kanaatim; eğer iktidar hizmetini böyle sürdürmeye devam ederse, ne CHP ne MHP –tabii bu mevcut tutumlarını sürdürmeleri halinde- bir daha iktidar yüzü görmezler.
Muhalefet Şunları Görse
Hep aynı fasit dairede dönüp dolaşıyorlar. Elbette iktidarın muhalefet edilecek işleri vardır. Hataları vardır, yanlışları vardır. Ama siz asla güzellikleri görmeden hep çirkinlikleri milletin önünü koyarsanız, zaman içinde çirkinliğin temsilcisi olur çıkarsınız. İnsana sürekli kara haber veren birini düşünün. O insanı kim yanında görmek ister. İşte bizim muhalefetin hali bu. Gözleri hiç iyiyi ve güzeli görmüyor. Bediuzzaman hazretlerinin dediği gibi bin yıl geçse bin değişik yönetim uygulansa sürekli muhalefette kalmayı yeğleyecek bir ruh halinden kime ne fayda gelir!
Bir de şöyle bir muhalefet olduğunu düşünün Türkiye’de, iyi işlerde iktidarı tebrik ediyor, milletin menfaati olduğunda iktidarın getirdiği önerilire destekliyor, ama millet adına bir yanlış gördüğünde de aslan kesiliyor. Türkiye’nin hali ne olurdu? Muhteşem! Ama şimdi Türkiye, frenine ve gazına aynı anda basılan bir araç gibi patinaj yapıp duruyor.
“Yiyin İçin İnsaf Etmeyin”
Evet, Türkiye’de güzel şeyler oluyor. Bu iktidar kim ne derse desin, en azından Türkiye’nin tüm kan damarlarını açmış. Artık esas olan o damarlara sağlıklı kanın pompalanmasıdır. Bir bedenin damalarında sağlıklı kan dolaşmaya başlamışsa, dokular yenilenmeye başlar. Türkiye’nin damarlarına kan yürümüş çok şükür. Şimdi o kanın niteliğini kaliteli kılma vaktidir. Bu konuda da iktidara ciddi görevler düşüyor. Hem de çok ciddi…
Ama itiraf etmeliyim ki işi de çok zor. Neden derseniz, birkaç gündür bir termal oteldeyim. Akşam sabah açık büfe… Otel çok büyük ve üstelik dolup taşıyor. Müşteri profilini, büyük oranda muhafazakârlar oluşturuyor.
Azizim bir israf var, bir israf var…; eskilerin ‘başımıza taş yağacak’ dedikleri cinsten. “Yiyin için İsraf etmeyin” emri burada adeta ‘yiyin için insaf edin’ halini almış.
Ben birkaç kez personeli uyardım ‘Bari ne olur bu nimetleri ayrı ayrı toplayın da fakir fukaraya aş olabilsin’ dedim fakat onlar da çaresiz.
Bu kadar aç gözlü, bu kadar doymamış, -belli ki yeni yeni- kavuştuğu/bulduğu para ile ne yapacağını bilmeyen bu kadar insanı bir arada görmemiştim. Şaşırdım, utancımdan yerin dibine battım. Şu anda Türkiye’de böyle ikiyüz tane otel varsa memleketin batmasına yeter!
Ve bir kere daha inandım ki, maddi refah gelmeden önce, insan iman, izan, edep ve çevre –insani ve tabii çevre- açısından duyarlı hale getirmeli imiş.
Evet, insanı insan eden iman-ı hakikidir. Bir kalbe Allah korkusu hakiki manada yerleşmemişse, o insanın hayvani hazlardan alıkoyamıyorsunuz. “İman insanı insan eder, belki insanı sultan eder” demiş Üstad. Ama görülüyor ki “Ben inanıdım” demekle olmuyor.
Günümüz insanının maalesef refah, huzur, asayiş ve terakki kadar, hatta daha çok bereket, kanaat, hayâ ve edep talimine ihtiyacı var. Bu zamanın azgınlaşmış Şeytanlarından ve onların dürtüp durduğu haz ihtirasından kurtulmak için tasavvuf sefinesine ve Kuran’ın feyzli Nurlarına sığınmaktan başka çaresi kalmamış…