Benim arzum yüzde 63’tü. Öyle olsaydı, anlamlı bir ders olacaktı.(*)
Fakat çıkan sonuçlara baktığımda, bir kere daha anladım ki bu milletin hikmetle hareket ediyor.
Şu referandum milletin bünyesinde var olan hastalıkların teşhisi olduğu gibi, reçetesine dair de ipuçları veriyor.
Ben sosyolog değilim, siyaset bilimcisi ve toplum inşacısı da değilim. O yüzden ahkâm kesmeyeceğim. Amma sadırdan bakan biri olarak, şu ‘seçim’in sonuçlarının bendeki algılarını sizinle paylaşmaktan geri durmayacağım. Çünkü, referandumların galibi mağlubu olmaz. Milletin ne isteği zahir olur. Bundan yararlanacak olanlar da siyasilerdir. Yararlanan kazanır, yararlanmayan kaybeder.
Dün sabah (Pazar sabahı) erken saatlerde uyandım ve yazı yazmaya koyuldum. Başlığı da “Calut öldü, Talut yara aldı” şeklindeydi. Hanım ‘sonuçları bekle’ deyince, yazı bugüne kaldı ama fazla bir şeyin değişmediğini de gördüm.
Evet Calut öldü. ‘Calut öldü’ dememden kasıt, Bediuzzaman’ın ‘keyfî, küfrî ve cebrî’ diye nitelediği insanı ve vicdanı yok sayan; Kuran’ın ahkâmını ‘gökten indiği var sayılan hurafeler’ bilip ret ederken, ne kadar beşeri hurafe varsa hepsini ‘ayet’ gibi millete zorla okutturan, her 15 – 20 yılda bir milletin zinde güçlerini, Diyarbakır ve Mamak askeri hapishanelerinde olduğu gibi, asker eliyle zindanlara tıkıp çürüten bir ‘devlet etme anlayışı’dır. Benim Calut dediğim odur. İşte o öldü elhamdülillah.
Önümüzdeki bir iki yıl naşının nasıl kaldırılacağı tartışmaları ile geçer, sonra inşallah o parlak istikbali kurmanın heyecanlı telaşı başlar… “Ben kışta geldim, siz cennetasa bir baharda geleceksiniz” dediği çağın başlangıcı…
“Talut yara aldı” sözünden maksadım da ‘iktidar’ın karşısında oluşan direncin’ güçlendiğini, en azından devam ettiğini vurgulamak içindi.
Şu yüzde 58’in, toplum açısından ne anlama geldiği elbette uzmanlarınca tahlil edilir. Ve elbette –yani öyle olması lazım- siyasi örgütler, şu fotoğrafı değerlendirir ve ona göre bir yeni yol ve yöntem ararlar. Ben de onlara katkıda bulunmak için bir iki kelam edeceğim.
***
Bir önceki yerel seçimlerde kendi kendime, demiştim ki, ‘Trakya siyasetten umudunu kesmiş’, ‘Güneydoğu devlete küsmüş’, ‘Ege işi inada bindirip, yeni yaklaşımlara kulağını tıkamış’.
Bu referandum, şu yargımın değişmediğini bir kere daha bana gösterdi.
Geçmişte sıkça tekrarladığım bir sözüm vardı: “Ülkücüler, hayrı kabule en hazır topluluktur. Çünkü bilmediklerini biliyorlar ve doğruyu işittikleri zaman da itaat ediyorlar”
Tabii ki bu, diğer cemaatler ‘hayrı kabul etmiyor’ anlamına gelmez. Onların açmazı, ellerindeki ‘hayr’ı yegâne bilmeleridir. Bir dini cemaate mensup olanlar her şeyi bildiklerini sanıyorlar. Mensubu oldukları zatın sözlerinden başa hakikat olamayacağını varsaydıkları için, kendi doğrularından başka doğrulara iltifat etmiyorlar.
Bu halin böyle devam ettiğini; ‘ülkücülerin’ hala, hakikati kabulde tereddüt göstermediklerini Osmaniye ve Yozgat, bize gösterdi. Referandumun beni en çok heyecanlandıran neticelerinden biri budur.
İktidarın, önümüzdeki genel seçimlerde, şu ‘haktan ve doğrudan yana tavır koymuş ehli insaf ve vatanperver grup’tan istifade etme yönüne gideceğini umuyorum. Böylece hem vefa göstermiş, hem kendi yapısını tazelemiş, hem de derin bir çatlağı lehimlemiş olur.
***
Referandum’un diğer mühim bir neticesi de Güneydoğu’daki oylardır!
Son dönemlerde –bir iki kere de yazdım- bende şöyle bir yargı oluşmuştu; “Kürtçü milliyetçiler, ‘ulusalcı Türkçüler’den daha ziyade, birlikten ve çözümden yanadırlar”
Evet, Güneydoğu, tüm tehdit ve baskılara rağmen, -iki üç şehir hariç- bütünlükten ve birlikten yana olduğunu gösterdi! Kimse orada sandığa giden yüzdeleri küçümseyemez. ‘Acaba, yarın başına ne geleceğini bilmeye bilmeye kaç insan, belki de ölümü göze alarak sandık başına gider ki?’
İşte Güneydoğudaki katılım yüzdelerini, ‘ölümü bile göze alarak, birlikten yana olma’ şeklinde anlarsak, o halkın, hem batıda yaşayanlara, hem devlete hem siyasetçilere derin ve anlamlı mesajlar verdiğini görürsünüz.
Diyarbakır ve Hakkâri’ye gelince… Bu iki şehrin –bir iki tane daha eklenebilir- durumu acilen -bir gün bile ertelenmeden- mercek altına alınmalı, devletin ortak aklı ve şefkatiyle, cemaatlerin yapıcı yaklaşımlarıyla ve gerekirse, bireysel maddi desteklerle o şehir halklarının kalpleri telif edilmelidir. ‘Müllefe-i kulup’ bizim ‘devlet etme’ geleneğimizde var olagelmiş bir kurumdur; Osmanlı bir iki kez o yönteme başvurmuştur… Gerekirse o dev reye sokulmalı ve oradaki feryatlara kulak verilmelidir.
Bir konuya daha özellikle parmak basmak isterim. Devlet ciddi manada şu meseleye eğilse, problemleri çözeceğine dair umut verse, halk canı pahasına, terör örgütüne itaat etmemeyi deneyecektir. Benim oylardan çıkardığın bir diğer okuma da budur… Çünkü demokrasiye olan ihtiyaç en çok orada kendisini hissettirmektedir.
***
Trakya’ya gelince… Trakya, Sünni ağırlıklı ve bugüne kadar hiçbir zaman devlete yük olmamış, hep fedakârlıkta bulunmuş ve acıları ve yaraları da hala sarılmamış bir bölgedir. 1912 Balkan Harbinin ardından yurtlarından, topraklarından ve imkânlarından mahrum bırakılıp can havliyle kendini Trakya’ya atan insanlara bir kere bile olsun, devlet gerçek anlamda elini uzatmamıştır. O, hep kendi yağıyla kavrulmuştur.
Sizi temin ederim, Trakya’nın fakiri, İç Anadolu’dan veya Güneydoğu’dan daha az değildir. Buna rağmen, hiç mızmızlanmaz ve devlete de son derece vefalıdırlar. CHP’ye bağlılıkları da Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde devletin onlara arazilerini vermesinden kaynaklanır. İlk defa o dönemde bir parça ‘muhatap’ yerine konuldukları için, onlar da hala orada kalmışlar. Bugünkü CHP’yi kurucu dönem CHP’si ile aynı sanıp ona vefa gösteriyorlar.
Bana göre, eğer iktidar, şu referandumdan siyasî bir ders çıkaracaksa o da ‘Trakya dersi’ olmalıdır. İktidar ne yapıp edip, Trakya’nın gönlünü almalı ve bu küsmüşlüğü, ileride Güneydoğu’dakine benzer bir hal almaması için tedbirler almalıdır. —Yıllarca Osmanlıya vefalı davranan cemaat, topluluk ve kavimlerin, ayanların ekonomik ve sosyal zulmü altında nasıl devlete isyan etmek zorunda kaldıklarını unutmamak gerekir.
Ben iktidarın yerinde olsam, bütün sivil siyaset ve toplum mühendislerini Trakya’ya yığar, gerekirse bire bir temaslarla beklentilerini tespit eder ve onları kendimle barıştırırım. Çünkü önünüzdeki dönem, artık inşallah milletin doğrudan konuşacağı ve kimsenin onun iradesine ipotek koyamayacağı bir dönem olacaktır!
***
Referandum’dan bir gün önce, bayram ziyareti münasebetiyle gittiğim bir akrabamda, terör olaylarına verdiğimiz ilk şehit yüzbaşının kardeşleri ile karşılaştım. Babalarını da çok iyi tanırdım ki son derece adil bir hâkimdi ve kaliteli bir müslümandı. Oğlu ‘evet’, kızları ise ‘hayır’ diyeceklerini söylediler. Ben ‘neden hayır?’ diye sorunca ‘Bunların –yani iktidar ve taraftarları- getireceği düzen bizim yaşama biçimimizi tehdit ediyor’ dediler…
Bu, tanıdığım beylik bir laf. Fakat dikkat ettim, ikisi de samimi. Yani gerçekten korkuyorlar ve inanıyorlar ki ‘bir gün fırsat tam anlamıyla şu insanlara geçse her işlerine karışılacak’. Hatta “Bir gün sabah vakti, gelip kapınıza dayanırlar ve sizi alıp götürürlerse o zaman anlarsınız!” dedi biri.
Dikkat ettim, korkuları samimi idi.
Şimdi, ‘yok canım daha neler’ dediğinizi duyuyorum ama bu, onlardaki korkuyu gidermiyor. Madem, önümüzdeki dönem bir yeniden yapılanma dönemi olacak, o zaman İslamcı siyasetçilere de dini hassasiyeti önceleyenlere de çok önemli görevler düşüyor.
Bediuzzaman’ın, ‘Bizler hakaik-i İslamiyenin kemalatını efalimizle izhar etsek, sair dinlerin etbaları, fevc fevc kıtalarla İslamiyete dehalet edeceklerdir,’ dediği gibi, biz de inancımızı, diğerlerinin yaşam biçimine bir tehdit şeklinde sergilemekten vaz geçebilsek onlar da bizden ürkmeyecek ve atalarının dininden korkmayacaklar. O insanların bu hale gelmesi onların tercihi değil, şu calut düzeninin bir neticesidir.
Hz. Musa, “Allah’ım, beni inanmayanlar –bugün inancı zayıf olanlara diyebiliriz- için fitna yapma” diye dua eder. Yeni, inanmayanlar veya dinden soğumuş olanlar, benim hal ve hareketlerime bakıp, “işte din ve dindarlık budur!”, deyip nefretle dolmasınlar!
İşte, Ege’nin inatlaşmasının giderilmesi de ancak, şu tehdit algısının yok edilmesiyle mümkündür. Bu da tabii ki, gerçek bir demokrasi, insan öncelikli bir anayasa ve kanunlara saygılı bir toplumla olabilir.
Fikrine ve davasına güvenenler, elindeki hakikatleri sağlam olanlar, malına güvenenler, pazarın serbest olmasından korkmazlar. Zaten bizim cumhuriyet dönemiyle ilgili temel sıkıntımız, fikirlerin ve değerlerin yarıştırılması için serbest bir rekabet ortamının olmamasıydı. İslam ve İslami değerler sürekli tukaka edildiği ve resmi ağızlarla din irtica gibi sunulduğu için, Müslümanlar hep mağdur oldu. Mağduriyetimiz ‘bindiriliş’ ve ‘örgütlenmiş’ diğer Pazar esnafının umurunda olmadığı için, acı çektik, horlandık, hırpalandık. Malımız pazarda rağbet görmedi uzun süre…
Tek talebimiz vardı; her fikir, her düşünce, kollama ve koruma olmadan çıksın pazara. İpler ortaya dökülsün, millet neyi isterse onu alsın. O zaman milletin hakikati de açığa çıkar ve gerçek manada kim tehlikeli kim değil belli olur…
Bence iktidarın referandumdan çıkaracağı çıkaracağı bir diğer ders de bu olmalı. Samimi anlamda korkanların korkusu ile alay etmek yerine, o korkuların oluşmasına yol açan hallerini ıslah etmeli…
Evet, Talut kumandasında Calut’a (yani baskıcı, ayrıştırıcı, ötekileştirici; uygulamada keyfi, maksatta küfrî, muamelatta cebri ve nizamda askerî olan şu rejime) karşı mücadeleye girişen ve bunu 60 yıldır azimle sürdüren ‘beni israil’ (yani inananlar) sonunda onu öldürmeye muvaffak oldular…
Tabii ki bu mücadelede, askerleri ırmağa varır varmaz kana kana su içen Talut da (yani her iktidar) yara almıştır. Ama o vazifesini başarıyla yapmış, milletin ona yüklediği vazifeyi başarmıştır. Çünkü o, sonunda ‘Kutsal Sanduka’yı getirip milletin önüne koymuştur. Yani, ‘milletin kendi iradesine sahip olması’nın önünü açmıştır. Artık, vesayet dönemi bitmiş, kimse ‘ben daha iyisini bilirim’ deyip onun tercihini yok sayma cesareti gösteremeyecektir.
Bu da yeter de artar bile!
Şimdi, daha önce de yazdığım gibi, asıl yasa koyucu, hikmetle onarıcı ve şefkatle koruyucu olanlar gelecek. Davutlar, Süleymanlar gelecek. Bunun hazırlığı ta 80’lerden bu yana sürüp gelmekteydi. Değişim o zaman başlamıştı. CHP’nin göremediği, MHP’nin anlayamadığı bu!
Anadolu küçük küçük adımlarla, önce büyük şehirlere çevre kuşatması yaptı. Biz onlara gecekondu dedik. Bir kısmı da bulundukları yerden ayağa kalkıp çaresizliği yenmenin yolunu aradı. Para kazandılar, iş kurdular, dünyaya açıldılar ve dipten gelen bir dalga ile toplumu değiştirdiler. Artık sular yükseldi. Kendilerini şu azim güçlü dalgalar üzerinde savrulan bir saman çöpü olmaktan kurtaramayanlar, ‘düzenimiz değişiyor’ diye feryat ediyorlar.
Evet düzeniniz değişiyor! Hem de değişecek ve değişmeli. Biz tam da o korumak istediğiniz düzen değişsin istiyorduk. Sayın Bahçeli’nin ‘Türkiye karanlık bir döneme giriyor’ sözüne bir de bu pencereden bakın.
Milletin ayağa kalkmasından veya ‘biraz daha ışık”, “biraz daha aydınlık’ istemesinden bu kadar rahatsız olan bir lidere ne diyelim?
Bu referandum, en çok, PKK, BDP ve MHP’yi vurdu sanırım. Onların dışında herkes kazandı… CHP bile. Çünkü siyasette ikili sisteme giden (yani iki büyük parti) bir yol açıldı.
Şimdi rahatlıkla söyleyebiliriz. Yeni dönem, vatana millete HAYIRLI olsun!
(*)‘Allah, “Şüphesiz ben ve elçilerim galip geleceğiz” diye yazmıştır. Şüphe yok ki, Allah çok kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir, (istediğini galip getirir)’. (Mücadele, 21) ayetinin ebced karşılığı 2010 olduğu ve en son elçi de Resulullah (asv) olduğu için onun yaşını işaret eden bir sonuç beklemiştim gönlümce… Demek ki bu akibet daha hayırmış ki böyle oldu. Eğer biz layık olsak daha neler göreceğiz inşallah…