Ben gelenekleri severim.
Günümüzün Batılı hayat tarzı geleneği yok ediyor. Geleneklerin tasfiyesi oranında da hayatımız monotonlaşıyor, renklerini kaybediyor.
Globalizm, Batının, tüm dünyayı kendisi gibi yapmak için ürettiği sihirli, şeytani bir kavram. Onun yerel anlayış ve renkleri yok ettiklerini her yeri ‘batı’ yaptıklarının farkındalar. Bu yüzden de bir takım akıllı insanlar Glokalizmi icad ettiler ki, yerel değerler korunabilsin. İyi de etiler.
Esasında gelenekler ve onların sürdürülmesi, millet hayatı açısından son derece önemlidir. Çünkü gelenek, kimliktir. Hatta denebilir ki bir millet ancak sürdürebildiği gelenekleriyle, ötekilerinden farklı olan yanlarını koruyabilir… O açıdan ‘ramazan davulcusu’ bile çok anlam ifade eder. Ben hep teşvik etmişimdir onları.
Fakat bu demek değildir ki her gelenek saygıya layıktır. Hayır, bir yığın gayri insani geleneğimiz de vardır.
Geleneklerin çoğu eskiye dayanır ama sonradan yapılan bazı ‘icad’larımızın da kısa zamanda geleneğe dönüştüğünü görebiliyoruz. Mesela Ramazan çadırları!
Bu geleneği Refahlı belediyeler başlattı. Başlangıçta, fakir fukara iftar yapsın diye kuruldu çadırlar. Zamanla, şehrin zorunlu yaşam koşulları nedeniyle iftar saatinde evine ulaşamayanların da yararlandılar o sofralardan. Halk sevdi. Sonunda, başlangıçta muhalif duran belediyeler de iftar çadırı kurmaya başladılar.
Artık, ‘gösteriş’ de deseniz, ‘hijyenik değiller’ de deseniz bu iş tuttu ve devam ediyor. Ne zaman yozlaşır veya ne zaman ‘dört başı mamur bir gelenek’ haline alır bilemiyorum.
***
Gelelim ramazan eğlencelerine.
Esasında bu yazıyı, asıl bu konuya temas için yazdım. Son üç ramazandır, bir şekilde, Eyüp, Feshane ve Sultanahmet civarındaki etkinliklere katılmam icap etti.
İlkinde, Ruhun Deşifresi adlı kitabımın ‘demo baskısını’ okuyucuya tanıtmak amacıyla yayınevinin tertip ettiği bir iftar gerekçesiyle gitmiştim Feshane’ye. Yayınevi sahibi Hayati Bayrak, tarzında ilk olan kitaba ne tür tepkilerin gelebileceğini görmek istemişti.
O vesile ile gitmiştim Feshane’ye. Öyle bir gürültü, öyle bir şamata, öyle bir eğlence vardı ki, ne iftardan bir şey anladım ne konuşmalardan. Ortamın kesinlikle Ramazan ve oruç ile alakası yoktu. Tamamen dünyevi, tamamen eğlence kültürüne odaklanmış ve tamamen orucun insana yüklemek istediği anlamla taban tabana zıt bir devinim -belki tepinim demek daha uygun-yaşanıyordu Feshane’de.
‘Direkler Arası’ diye bilinen ve Ramazan gecelerini, sabaha kadar eğlenilen ‘gece alemleri’ne dönüştüren o eski eğlenceleri aratmayan bu yeni dönem Ramazan eğlencelerinin mucidi de maalesef Refahlı belediyelerdir.
Ramazanı ihya etmek, insanların Ramazana ilgisini arttırmak için başlattıkları şu gelenek bugün artık, camileri, teravih saatinde içinde namaz kılınmaz hale getirmiştir.
O gün Feshane’de yaşadığım o şamatadan sonra birkaç dost ile birlikte kendimizi Süleymaniye Camii’ne zor atmıştık. Süleymaniye’nin durumu içler acısıydı. Feshane ve Eyüp civarındaki şamataya karşılık, Süleymaniye’ye derin bir sükûnet ve yalnızlık hakimdi. Koca camide iki buçuk saf vardı. Ağlamaklı olmuştum. Ama o gün orada huşu içinde harika bir teravih kılmıştım.
Hiç düşündünüz mü, Feshane insanlardan geçilmezken, Sultanahmet kırılırken, Eyüp insan seline kapılırken, Süleymaniye neden sessiz?
***
Bugün bir yerlere iğne batırmak istiyorum. Yüreğime saplanan çuvaldızların ucu birilerine de dokunsun istiyorum.
Geçen Ramazan’da bir kitap imza törenine katılmıştım Sultanahmet’te. Eminönü belediyesi, serbest kürsü türünden bir sahne kurmuştu. Konuşmalar, etkinlikler ve eğlenceler için. Camide vaaz vardı, sahnede palyaçolar avazları çıktığı kadar yüksek sesle, oraya eğlenmeye gelmiş ailelerin çocuklarını eğlendiriyorlardı. Tabii belediyenin bir hizmeti olarak.
Caminin etrafı cümbüş… Vur patlasın çal oynasın. Tam bir panayır havası! Nefsin, hevanın iştahın arzu ettiği her şey var. Ama salim bir ibadet için gerekli sükûnet ve huşudan eser yok!
Elbette o camilerin civarını şenlendirmek, o mekânlara insanları çekmek güzel. Fakat orada sergilenecek etkinliklerin, ibadete mani olmaması da gerekmez mi? Hatta her şey onun için olmalı ki, bir anlamı olsun.
Zaten seküler hayat tarzımız, seccadede bile Rabbimizle huşu içinde buluşmamıza imkân vermiyorken, neden mabetleri de ekstra şamatalarla ibadet edilmez hale getiriyoruz anlayamıyorum?
Şu sıralarda Eyüp civarında farklı bir gelenek başlamış görünüyor. Millet, oradaki manevi havayı teneffüs etmek için evinden alıyor iftarlıklarını, gelip Eyüp camii civarında iftar açıyor. Hakikaten güzel. Peki, nereye varır bu işin sonu belli değil?
Evet Medine’de, Ka’be’de bu işler oluyor. Ama o kutsal mekânların altı yapısı, oraların bir anda temizlenmesine fırsat veriyor.
Fakat Mina, Arafat ve Şeytan taşlama yerlerinin nasıl kısa zamanda -dilim varmıyor ama- mezbelelik olduğunu hatırlayın. Çünkü Kabe ve Medine’deki temizlik hizmetleri orada verilemiyor. O yüzden de oralar kısa zamanda çöplüğe dönüşüyor. Aynı akıbetler şimdi bizim mebdelerimizi bekliyor.
Geçtiğimiz Cuma günü, kitap imzalamak için Sultanahmet Camii avlusunda kurulu geleneksel Kitap fuarına gittim. Cumayı Firuzağa’da kıldım. Firuzağa hiç şüphesiz, İstanbul’un en temiz camii. Beş yıldızlı adeta! Orada ibadet etmek hep keyif vermiştir bana. Biraz geç kaldığım için kapının girişinde, çokça basılan yerde namaz kıldım. İnanın iki rekâtlık farzı kılıncaya kadar, insanlığımdan utandım. Burun kemiklerim kırıldı pis kokudan. Kapının tam önü olduğu için, ‘olabilir’ dedim, üstünde de durmadım.
Sonra kalkıp Sultanahmet camiine yürüdüm. Baktım imam daha hutbe okuyor. Camiye girerken üst baş yoklaması geçirince anladım ki mühim biri da var camide. Başbakanımız ordaymış. Müthiş bir kalabalık!
Kitap imza saati başlayınca gidip yerime oturdum. Tabii bu arada sevgili başbakanımız stantları dolaşmaya başlamış. Bize de geldi. Ona Ruhun Deşifresi kitabını imzaladım. Özellikle onu verdim. Çünkü bu terakkiler çağında, İslam ümmetini, orta çağ anlayışında durduran saklı sebepleri en iyi onun bilmesi gerektiğini düşündüm.
O kitap, ümmetin içine düştüğü miskinliğin, meskenetin ve tembelliğin inanç ve anlayıştan kaynaklanan köklerini irdeliyor ve yanlış algılamaları düzeltmenin yol ve yöntemlerini kendince telkin ediyor.
Neyse imza saati bitti. ‘İkindiyi kılıp öyle çıkayım’ dedim. Şimdi ‘keşke girmeseydim’ diyesim geliyor; o dünyaca ünlü, yüz akımız güzel mabedimiz Sultanahmet’imiz öyle ufunetli, öyle sersemletici bir ayak kokusu ile dopdolu idi ki kendimi dışarı atmak istedim.
Aman Ya Rabbi! “Temizlik İmandandır” diyen bir dinin mabedi böyle mi olmalı?
İçeride diğer dinlerden bir yığın insan vardı. Eğer içlerinde azıcık da olsa İslam’a meyli olan varsa, emin olabilirsiniz ki o atmosferi yaşadıktan sonra vazgeçmiştir.
Evet, anlıyorum, çok insan geliyor ve gerekli temizliği yapacak fırsatları olmuyordur. Yahut diyelim cami hizmetlileri yetişemiyorlar. Kardeşim o zaman, ayakkabılar için torba vereceğinize, insanlara galoş verin!
Mademki temiz olmayı, temiz giyinmeyi, temiz yaşamayı, hijyenik olmayı bilmiyoruz, bari camilere girerken galoş kullandıralım ki mabetlerimizi de kendimize benzetmeyelim!
Ben idarecilerden rica ediyorum, ya mabetlerimizi temiz tutun, ya da eğlenecek olanlarla ibadet için gelenleri aynı mekânları paylaşmak zorunda bırakmayın. Fuar da dâhil! Yakışmıyor artık bu görüntüler bu mahallere bu mabetlere!
Etrafı eğlencelik olmuş mabetler, direkler arasına döndürdüğümüz kutsal alanlar. Ve temizlik nedir bilmeyen bir ümmet!
Eskiden, Büyükşehir yöneticilerine “Osmanlıyı, Eyüp Sultan hazretlerinin huzurunda tertip edilen Sadabad eğlenceleri yıktı, sizi de Feshane eğlenceleri yıkacak.” diye takılırdım.
Şimdi görüyorum ki her taraf Feshane, her yer ‘Sadabad’ olmuş. Yazık!