Batı medeniyetinin modernlik algısı, tıpkı ‘varlık’ algısı gibi sakattır. Çünkü ‘varlık’ı, ‘mevcut’ diye niteler ve onu kendi başına bir mahiyet kabul eder. Bu yüzden Batı, modernlik tanımını, ‘nefsin heveslerini tatmin’ vasıtalarını çoğaltmak ve başkalarının ırzını medeniyet namına ‘ibahe’ etmek üzerine inşa eyler.
Batı, kâinatın anlaşılmasında aklın rehberliği dışında bir rehberliği tanımaz. O yüzden de ancak laboratuar seviyesine indirgenebilen unsurlara bilgi nazarıyla bakar. Tanrıyı laboratuara indiremediği için de O’nu yok sayar. Tabii yok saymakla insandaki Tanrı inancına olan ihtiyaç yok olmadığı içindir ki bugünkü Batı medeniyeti bir çıkmaza girmiştir.
Şimdi, hemen hemen tüm yaklaşımlarında çökmüş, bir çıkmaza saplanmış ve ancak bir yaratıcının müdahalesiyle kurtulabilecek bir derekeye düşmüştür. Nitekim pek çok Batılı mütefekkiri de öyle düşünüyor. Son dönemin en önemli düşünürlerinden kabul edilen Martin Heidegger aynı kanaatte olacak ki bir söyleşisinde, “Bizi ancak bir tanrı kurtarabilir,” demiş. (Orhan Aktaş, Milat Gazetesi)
Benim derdim, bu sınırlı yazıda Batı medeniyetinin varlık sorunu gibi kapsamlı bir meseleyi enine boyuna tartışmak değil elbette. İfade etmeye çalıştığım ve birçok düşünürün de yüksek sesle dillendirdiği husus; salt aklın rehberliğinde bir varlık algısının, insanı nasıl bir çıkmaza sürüklediği. Nitekim Batı medeniyeti, kıta Avrupası ile birlikte, etkili olduğu tüm iklimlerde insanlığı derin bir kaosa, mutsuzluğa ve çaresizliğe itmiştir.
Onun, ‘bilimsel gerçeklik’ adı altında dayattıkları yüzünden, beşer Tanrısını kaybetti. Cahiliye devri diye nitelediğimiz putperestlik ve paganlık çağında bile insanlar bu kadar mutsuz, karamsar ve yalnız değildi. Hatta bu kadar cahil değildi. Çünkü insan yüreğinde güçlü bir ‘Yaratıcı’ inancı hâkimdi. Evet, belki sıfatları hakkında yanlış zanlara sahiptiler amma Yaratıcı fikri, hayatlarının ve medeniyetlerinin merkezinde yer alırdı.
Batı medeniyetinin biçimlendirdiği insan, güya varlığa dair çok şey biliyor ama bu bilgisi; onu gerçeğe eriştiremiyor. Kendisini arındıramıyor ve mutlu edemiyor. Oysa açısından gerçek bir arınma yalnızca sağlam ve fıtri bir inançla olabilir. Çünkü iman, Şems-i Ezeli’den beşerin vicdanına ihsan edilen bir nurdur. O nur ki vicdanın iç yüzünü ışıklandırır. İnsan o aydınlanma sayesinde, bütün kâinatla bir dostluk, ünsiyet ve güven ilişkisi kurar. Bu güven ve ünsiyet sayesinde evrende var olan her şeyi kardeş bilir. Yıldızlardan böceklere, zerrelerden kürelere, küllî kanunlardan başına gelen bireysel musibetlere kadar her bir şeyle dostluk kurar… İmandan mahrum insanların bela ve musibet diye algıladığı şeyleri dahi dost edinir… Vicdanının içi temizlenir.
İnanç yoksa insan kirlidir. Dokunduğunu da kirletir. Batı medeniyeti, insanın Tanrısıyla ve ruhun kaynağı ile bağını kestiği için; insan da dokundukları da kirlenmiştir. Batı insanı, sahili bulunmayan bir okyanusun içinde şaşkın… Kendisini kurtaracak bir mucizevî el bekliyor. Şimdilik bunu hissedenler; sadece mütefekkirler ve bir kısım aydın din adamlarıdır. Bu derin sıkıntı önünde sonunda Batıyı yeniden kapsamlı bir arayışa sevk edecektir diye umuyorum…
Bizler de Batı medeniyetinin derinden etkilediği bir toplum olduğumuz için -onlar kadar olmasa da- aynı kirlenmişliklere maruz kalmış fertleriz.
Allahtan ki Bediuzzaman, Süleyman Hilmi Tunahan ve kendisini Batılı akımlara kaptırmamış ama onun ne yapmak istediğine de müdrik pek çok “mühdi” mütefekkirlerimiz çıkmış da modernitenin ifsad ettiği zihinler, bu çağda bile kurtuluş reçeteleri bulmuşlar. Bu zatlar bir yandan mukaddesleri ve dini ayakta tutmaya çalışırken bir yandan da “mümin ruh”u, Batı tasallutundan kurtarmanın çarelerini aramışlardır. Nitekim, Bediuzzaman, Batı tefekkürüne inat, varlığa ısrarla ‘vücud’ nazarıyla bakmış; ‘mevcut’ nazarıyla değil. Eşyayı kendi başına bir değer saymamış; ona ‘mana-yı harfi’ gömleğini giydirerek, ‘mevcud’u bir Kâtibin eseri olarak algılamamızı sağlamış; böylece eşya ile Yaratıcısı arasındaki bağı güçlendirmiştir. Batının kirlettiği her şeyi, o yeniden Kur’an ruhu ile temizlemiş, asli kimliğine oturtmaya çalışmıştır. Çünkü onun üstlendiği misyon, Deccaliyetin tahribatını tamirdir… Bu tamiratı, Tanrı algısından tutun da Batının tahrip ettiği tüm mevcudiyetin inşasında yapmaya çalışmıştır.
İnsanın ruhu gibi, beşeriyetin ve toplumsal hayatın ruhu mesabesinde olan kadın da tıpkı diğer alanlar gibiBatının kirlettiği unsurlardandır. Bediuzzaman, Batının tahrip ettiği kadını ve kadın algısını da asli yerine oturmaya çalışmıştır. Lemaat adlı yarı nesir yarı şiir tuluâtında şöyle der:
“Mim”siz medeniyet, tâife-i nisâyı yuvalardan uçurmuş, hürmetleri de kırmış, mebzul metâı yapmış. Şer’-i İslâm onları rahmeten dâvet eder eski yuvalarına. Hürmetleri orada; rahatları evlerde, hayat-ı âilede. Temizlik zînetleri; haşmetleri hüsn-ü hulk, lûtuf ve cemâli ismet, hüsn-ü kemâli şefkat, eğlencesi evlâdı. Bunca esbâb-ı ifsad, demir sebat kararı lâzımdır, tâ dayansın. “
Bu kadar fesat ve bozguncular karşısında toplumu muhafaza edebilmenin en güçlü çarelerinden biri olan kadının, yeniden yuvasına döndürülmesi gerektiğin hatırlatan Bediuzzaman, o metnin devamındaki satırlarda güçlü bir sinema ve sanat tenkidine de girişir ama bugünkü insanımızın o ifadeleri ne anlayacak, ne kaldırabilecek mecali var.
Çünkü “kadın yuvasına dönmeli” dendiğinde inananlar, bile feveran ediyorlar. Zannediyorlar ki, kadının sosyal hayattan çekilmesini istiyoruz. Oysa bizim dile getirmeye çalıştığımız, bu medeniyetin kullanım “metaı” haline getirilmiş, en deni işlerdeki vitrin haline dönüştürülmüş kadına, asli değerinin takdir edilmesidir.
Kadına şiddet vs elbette insan onuruna yakışmayan, acil çözümlenmesi gereken meselelerdir ama sanırım şu mesele yanında o konu belki de hiç mesabesindedir.
Zira insanlığın en temel değeri olan insan özünün kurtarılması mümkün olacaksa, bu sanırım kadın ruhunun eski safiyetine kavuşturulmasıyla başarılacaktır.