Sevgi Şehri Diyarbakır

Mayıs 18-19 günleri Diyarbakır’da idim. Yaşadıklarım, gördüklerim ve hissettiklerim beni çok heyecanlandırmıştı.

Barış sürecinin rüzgârı hemen etkisini göstermişti. O coşku ile kaleme sarılacaktım. Sonra bir his beni durdurdu.  Çünkü ertesi hafta Muş’a gidecektim. “Muş’u da göreyim öyle yazayım” dedim.

Geçtiğimiz Perşembe günü de Muş’a gitmiştim. Muşta, sevgili Kardeşim Salih Yüce ve TRT’den yapımcı Binnur Feyizli hanımefendinin organizatörlüğünde düzenlenen “6. Uluslararası Onkoloji Günleri” etkinliğine katıldım. Kanser gibi amansız bir hastalıkla mücadele eden o güzel insanlarımıza duanın şifadaki rolünü anlatacaktım. Rukye ile tedavi!

RUKYE

Rukye tedavisi; İslam tıbbında, nesnel vasıtalar kullanmadan, dua ile şifa bulma yöntemidir. Mamafih, ağrı kesiciye duyulan itimat kadar duaya da itimat edilse o da yanı etkiyi, hatta daha fazlasını yapar ve yapıyor. Fakat bugünün insanları -inananlar da dâhil- tıpkı İsrailoğullarının, Hz. Musa’dan dokunulabilir bir tanrı istemeleri gibi, illa da nesnel bir sebep istiyorlar şifa için…

Müminler dahi ‘nesnel bir sebep’ olmadan bir şifa elde edilebileceğine inanamıyorlar. Pozitivist düşüncenin yapılandırdığı seküler dünya görüşünün etkisindeki zihnimiz, bizi duanın mucizevi kudretinden de, ilahi lütufların insan hayatındaki fevkalade dokunuşlarından da mahrum etmiştir… Hâlbuki İslam’ın ilk çağları, o tür sayısız örneklerle doludur.

Maalesef bugün çoğumuz,  bir rahmani soluğun, bir dokunuşun, bir duanın, bir nefesin, bir nazarın ruhumuzda, bedenimizde, kalbimizde ne büyük ilahi tecellilere yol açabildiğini unutmuş gibiyiz.

Ben konuşmamda, dilim döndüğü kadarıyla onlara bu alandaki örneklerden söz edecektim. Ta ki, bu zaten mağdur; kalpleri teselli ve gönülleri hakiki bir sahip arayan bu insanlarımız, duanın ve rukyenin şifa bahşedici özelliklerinden haberdar olsunlar. Çünkü artık modern tıp da duanın; daha doğrusu duyan, gören ve imdat edebilen bir Yaratıcı’nın var olduğunu bilmenin, O’na inanıp güvenmenin, hastalıklarla baş etmede çok etkili olduğunu inanıyor. Yani duanın bir şifa aracı olduğunu, kendileri inanmayan doktorlar dahi kabul ediyor. Gözlemleri bu yönde…

Yazık ki anlatamadan döndüm. Vakti doğru kullanmama azizliğine uğradık. Konuşma saatim sarktı ve ben 17.00 uçağıyla İstanbul’a dönmek zorundaydım. Programı ona göre yapılmıştı fakat olmadı. Turgay Güler’in -ki son günlerde Sırküpü Romanı ile artı bir popülerlik yaşıyor- Ülke Tv’de sunduğu Sıradışı Programının canlı yayın konuğuydum.

BARIŞ SÜRECİNİN RÜZGÂRI

Risale Akademi ile Dicle Üniversitesi’nin 18-19 Mayıs tarihlerinde düzenledikleri “Gençlik Rehberi Ekseninde Gençlik Buluşmaları” sempozyumu münasebetiyle gittiğim Diyarbakır’da barış sürecini izleme fırsatı da buldum. Şehir cidden kendine gelmiş. Tabii ki bir tek izleme ile böyle bir hükme varılmaz. Ben geçen yaz haziranda ve ondan önceki baharda da Diyarbakır’a gitmiştim. Bir önceki yıl, Mardin’den Diyarbakır’a geçtiğimizde canından bezmiş bir şehirle karşılaşmıştım. Geçen yıl da pek farklı değildi. Herkes herkesten tedirgindi. Caddeler ve sokaklar, bezgin ve ürkekti. Hayatın rengi panzerler ve terördü. Herkes, herkes için ötekiydi.

Ama bu kere gördüğüm başkaydı. Bir şehir kısa zamanda nasıl bu kadar değişebilirdi? Sanki tüm o acıları yaşayan kent o değildi. Her şeyden önce insanlar, yeniden birbirine cesaretle bakabilecek hale gelmişler. Eskiden kimse ile göz teması kurulmazdı. Çünkü pekâlâ “ne bakıyon lan!” içerikli, aynı zamanda itham eden bir muamele ile karşılaşabilirdiniz. Adeta herkes, ‘siz tüm yemişsiniz, o parça’ modundaydı.

Şimdi ise umut hâkim olmuş. Şundan da anlayın ki sempozyumu düzenleyen gençlerin sempozyum için seçtikleri slogan “Sevgi Şehri Diyarbakır”dı… Harika bir buluş!

Diyarbakır böyle anılmayı cidden hak ediyor. O, sayısız medeniyetlere beşiklik etmek yanında, İslam’a kapılarını açan öncü Anadolu şehirlerinden de biridir. Diyarbakır’daki Ulu Cami, Şam’daki Ümeyye Camii’nden sonra Beşince Harem-i Şerif([1]) diye anılır, o denli mübarektir. İnsanlık Nuh Tufanından sonra burada çoğalıp dağıldığı için yaklaşık beş bin yıl boyunca bu bölge insanlığın kebesi konumunda kalmıştır. Medrese ulemasının kendi aralarında biraz da latife ile “Bilmiyoruz mübareklikte Cizre mi öndedir, Kudüs mü?” şeklindeki yakıştırmaları hiç de yabana atılacak bir yaklaşım değil! İnsanlığın Tufan sonrasındaki kökleri de muhabbet gerekçeleri de bu topraklarda saklı…

Gençlik Sempozyumunda hakikaten güzel konuşmalar yapıldı. Fakat benim en çok hoşuma giden, bu tür etkinliklere artık devlet erkânının da bir sakınca görmeden katılmalarıydı. Son dönemlerde katıldığım bu tür etkinliklerde, hep valileri ve üniversite yetkililerini de orada hazır buluyorum. Bu gösteriyor ki ‘siyasi istibdat’ ortadan kalksa, bu millet yeniden tüm cepheleriyle İslam’ın hizmetkârı olacaktır!

Batıdaki valiliklerimiz ve üniversitelerimiz nasıldır bilemiyorum ama Ankara’nın ötesindeki ilerde katıldığım her toplantı ve etkinlikte -son iki üç senedir- devlet ricalini işin içinde buluyorum. Aynı şey Muş’ta yapılan, ‘alternatif tıp ve dua terapisi’nin de konuşulduğu “Onkoloji Günler” için de geçerliydi. Düşünün ki Senai Demirci, Hastalar Risalesini okudu…

Öyle sanıyorum ki, “devlet millet el ele” sözü yeniden vücut bulmaya başlamış. Devlet, artık ‘laikliği’ bahane edip vatan-millet işlerinden uzak durmuyor. Kibrinden de kurtulmuş… Milletin dininden, örfünden, ahlakından yana olmayı laikliğe aykırı sanan eski, burnundan kıl aldırmayan idareciler gitmiş, halk ile beraber olmaktan yüksünmeyen idareciler gelmeye başlamış. Diyarbakır Vali Yardımcısı Cemal Hüsnü Kansız‘ın yaptığı açış konuşması bu açıdan fevkalade anlamlıydı.

PEYGAMBERLER ŞEHRİ

Diyarbakır -başta eğitim olmak üzere- mahrumiyet bölgesi olmaktan da çıkmış artık. Sadece biraz daha şefkate ve sevgiye ihtiyacı var. Ve tabii biraz da itimat ve güvene… Halk yeniden devlete güvenmek için bahane arıyor. Şehir, cismen buna hazır olduğu gibi ruhen de hazır! Yeter ki devlet, ‘seni seviyor ve güveniyorum’ diye uzattığı elini bir kere daha çekmesin!

Diyarbakır halkı gerçekten ilginç bir halk… Terör ve baskı olmasa, etnik yapılanmalara fırsat verecek değil… Çünkü burada hiçbir ırk, topluluk, kavim kendi varlığını diğerlerinden vareste kılamaz. Kimse ırk bazında “Ben Türküm, Kürdüm, Zazayım” diyemez. Herkes mutlaka biraz öteki olmuş, birbirine karışmış. 9-10 binyıllık geçmişi olan bir şehir. Bilenin tarihi her ne kadar m. Ö 3500’lere gidiyorsa da esasında bölgenin arkeolojisi, nüfus hareketliliğini M.Ö. 10 binlere kadar vardırıyor. Şehir bu süreçte hep var olmuş. Dolayısıyla Diyarbakır’ı şu kavmin veya bu kavmin şehri saymak mümkün değildir.  İlla bir aidiyyeti olacaksa ona Medeniyet ve Sevgi şehri demek en uygundur([2]).

Nitekim eğitim kurumlarında da bu yapının izlerini görebiliyorsunuz. Prof Dr. Mehmet Aybak’ın ve etrafında bir araya gelmiş bazı girişimcilerin inşa ettikleri Eflatun Okulları, hakikaten, hem yapısı ve imkânları hem eğitim anlayışı itibarıyla geleceğin Diyarbakır’ının, geçmişindeki misyonunu yeniden üstlenmeye aday olduğunu fevkalade gösteriyor.  Gece okul binasının üst katına çıkıp etrafı ve yıldızları izlediğimde aklıma nedense Biruniler, Uluğ Beyler, Ali Kuşçular, Kazvinîler geldi. Yüreğim ferahlandı. Hocalarıyla da konuştum muhteşem bir eğitim veriliyor. Öyle zannediyorum ki yakında insanlar çocuklarını o eğitim kurumlarına vermek için torpil koyacaklar… Eğitim için de Diyarbakır’a gelinecek!

Sevgi Şehri-Diyarbakır, hakikaten sevilmeye layık bir şehir. Düşünün ki bağrında en az 2 Peygamber ve 5 Nebi barındırıyor([3]). Bunların dört tanesi Eğil’de… Eğil’in antik kısmı sular altında kaldığı için tepeye harika bir yer yaptırmışlar, o mübarek zatların naaşları da oraya taşınmış. Zülkifl ve Elyesa (as) peygamberin her ikisinin vücutları çıkarılıp tepeye taşınırken, bedenlerinin hala sapasağlam olduğu müşahede edilmiş.

Biz ziyarete gittiğimizde son derece zarif, nezaketli şık giyimli bir delikanlı bizi karşıladı ve istersek, bize refakat ve rehberlik edeceğini söyledi. Adı Taner’miş! Biz de “Zahmet etmeyin, kendi başımıza geziniriz” dedik ama o, bu hizmeti yapmak niyetindeydi. Bir de öğrendik ki Eğil Kaymakamı imiş; Taner Gürcan! Vallahi ağlamamak için kendimi zor tuttum. (Aynı heyecan ve coşkuyu Divriği Kaymakamı Mehmet Nebi Kaya da bana yaşatmıştı, Divriği Ulu Camii ziyaretim sırasında… ) “Sana hamd olsun ey rabbim buralara Zülcenaheyn memurlar gelmeye başlamış” dedim.

O gençler bizim birlik ve dirliğimizin harcıdırlar. Taner Bey tertemiz bir genç ve son derece dirayetli bir kaymakam! Bölgeyi resmen ayağa kaldırmış. Dört bir taraftan bölgeye yardım gelmesini sağlamış ve o tepeyi tam bir ziyaretgâha dönüştürmüş. Tiril tiril. Ve daha da ilginci, gelen guruplara zaman zaman kendisi de bölgeyi anlatıyor ve rehberlik yapıyor. O kadar da mütevazı…

UYANIN ŞEHİRLER

Uyuyan Şehirleri Uyandırmak çerçevesinde baktığımızda Diyarbakır’ın, uyanmaya başladığını gördüm. Şu terör belasından kurtulsa dev adımlarla istikbale koşacak. Beraberinde geçmişimizin o muhteşem hatıralarını da getirerek… Bence, eğer biz geçmiş medeniyetimizin şehirlerini yeniden diriltebilsek, onlar bizi yeni bir medeniyetin banisi kılarlar.

Diyarbakır, hakikaten heyecan verici bir uyanış yaşıyor. Yeniden bir mani çıkmaz ve bu barış, kalıcı bir hal alırsa, bu şehir tüm bölgeyi peşine takıp sürükleyecek kadar devinimli ve ayakta. Yeter ki devlet kalpleri yeniden telif etmesini bilsin. Çünkü bölgede üstten akan su ne yöne akıyor olursa olsun, dip akıntılarının yönü İslam ve birliğe doğrudur.

Medreseler yeniden hayat kazanmaya başlamış. Bölgeyi yeniden Mecusiliğe döndürmek için çabalar da yok değil. Esasında, cumhuriyetin kuruluş yıllarında Türk milleti üzerinde oynana oyunların aynısı şimdi bölge halkı -özellike Kürt demedim, çünkü onlarla birlikte Asuriler var, Zazalar var Türkmenler var- üzerinde oynanıyor. Bizi İslamiyet’ten koparmak için nasıl Sümerler ve Hititlerle irtibatlandırılmak istendik, aynı şekilde bir takım insanlar da bölge halklarını İslam’dan koparmak için alttan alta çalışıyorlar.

Çok şükür ki, hem cemaatler, hem bölgenin kendi hayat kaynakları devreye girmiş. Medreseler ve onların etrafında yeşeren tarikatların canlanması, öte yandan nur cemaatlerinin faaliyetleri, kalplerin telifine, yaraların sarılmasına ciddi hizmet ediyor… Bence Diyarbakır, çoğu şehirlerimizden daha müteyakkız! Devletin yapacağı tek şey, halka güvendiğini hissettirmek ve yabancı ellerin bölgeden çekilmesini sağlamaktır. Bu konuda da en büyük görev MİT’e düşüyor.

Elbette birilerini bölgeyi karıştırmak, Türkiye’yi zayıf düşürmek planları olacaktır ve bunu gerçekleştirmek için plan kuracaklardır. Nitekim bugüne kadar çektiğimiz bunlardı. MİT pek ala işi sadece casus avlamak olan bir ekip oluşturabilir. Çünkü o karıştırıcı eller temizlenmedikçe, belaların arkası kesilmeyecek.

Genel prensip olarak bir ülkenin diğer ülkenin iç işlerine karışmaması bir uluslararası kuraldır. Ama herkes bilir ki her herkes, herkesin içine karışma niyetindedir. Bu çerçeveden, pekâlâ içişlerinize saygı gösterdiklerini zahiren gösterseler de Amerika da İsrail de, Rusya, İran, Suriye, Fransa, İngiltere Almanya ve daha aklınıza gelmeyecek kadar ülkenin casusları orada fink atıyorlar ve siz müsaade ederseniz atmaya da devam edecekler. Devletin, Suriye’deki savaşı önlemekten daha önce Diyarbakır’da, Hatay’da yaşanan gizli savaşları durdurması gerekiyor. İçimizdeki casusları temizlemedikçe ülkeye dirlik düzenlik gel-mez!

Muş’u sonraki bir yazıya bırakalım. Çünkü Muş’un, sadece heyecana değil, maddi destek ve inovatik açılımlara da ihtiyacı var. Muş’u meskenetli bir tevekkül içinde gördüm…

Ama genel anlamda barış süreci her yerde kendini hissettirmeye başlamış. Ben şu sürece muhalefet edenlere, bir vatandaş olarak gidip bölgeyi gezmelerini tavsiye ederim.  Tabii son beş on yıldır bölgeye hiç gitmemişlerse, değişikliği de fark edemeyecekler. Ama olsun yine de gidip gezmelerinde yarar var.


[1]) Birinci Harem-i Şerif Ka’be ve Civarı’dır. İkincisi Mescid-i Nebi ve civarıdır. Üçüncüsü Mescid-i Aksa ve civarıdır. Dördüncüsü Ümeyye Camii ve civarıdır. Beşincisi Diyarbakır Ulu Cami ve civarıdır…

[2]) Şehrin kent merkezinde, MÖ 3000 Hitit ve Hurri-Mittani egemenliği hakimdi. MÖ 1260 yılına kadar egemenliklerini sürdüren Hurri-Mitaniler’den sonra sırasıyla Asurlular, Aramiler, Urartular, İskitler, Medler, Persler, Makedonyalılar, Selevkoslar, Partlar, Ermeniler, Romalılar, Sasaniler, Bizanslılar, Emeviler, Abbasiler, Şeyhoğulları, Hamdaniler, Mervaniler, Selçuklular, İnaloğulları, Nisanoğulları, Artuklular, Eyyübiler, Moğollar, Akkoyunlular, Safeviler ve Osmanlılar Diyarbakır’a egemen oldular. Safeviler ve Artukoğuları döneminde şehir göçlerle adeta bir Türkmen şehri haline gelmiştir ve Osmanlı döneminde de bu yapı kendini korumuştur.

[3]) Diyarbakır’da medfun bulunan diğer nebilerin isimleri şöyle: Nebi Harun, Nebi Harut, Nebi Ömer (Ben bu zatın nebi değil de Diyarbakır’ı İslam topraklarına katan Sahabî komutan olduğunu sanıyorum, Allah doğrusunu bilir), Nebi Hallak, Nebi Zennun, Nebi Hürmüz)

Hakkında Mehmet Ali Bulut

1954’te Gaziantep’in İslâhiye ilçesinin Kerküt köyünde doğdu. İlkokulu burada tamamladı. Gaziantep İmam Hatip Lisesini ve ardından Gaziantep Lisesini bitirdi. 1978 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap ve Fars Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nden mezun oldu. Aynı Fakülte’nin Tarih Bölümünde doktora tezi hazırlamaya başladı. 1979 yılında Tercüman Gazetesi’ne girdi. Tercüman Kütüphanesinin kurulması ve kitapların tasnifinde görev aldı. Birçok kitap ve ansiklopedinin yazılmasına ve hazırlanmasına katkıda bulundu… Daha sonra gazetenin, haber merkezi ve yurt haberlerinde çalıştı. Yurt Haberler Müdürü oldu. Köşe yazıları yazdı… 1991 yılında Haber koordinatörü olarak Ortadoğu Gazetesi’ne geçti. Bu gazete 5 yıl süreyle köşe yazarlığı yaptı. Yeni Sayfa ve Önce Vatan Gazetelerinde günlük yazıları ve araştırmaları yayınlandı. 1993 yılında haber editörü olarak İhlas Haber Ajansı’na girdi. Kısa bir süre sonra ajansın haber müdürlüğüne getirildi. Mahalli bir ajans konumundaki İhlas Haber Ajansı, onun haber müdürlüğü döneminde Türkiye’nin ve Ortodoğu’nun en büyük görüntülü haber ajansı konumuna yükseldi. 1997 yılında İHA’dan ayrılmak zorunda kaldı. Bir grup arkadaşıyla birlikte Veri Haber Ajansı’nı kurdu. Finansal sıkıntılardan dolayı Ajansı kapattı. 1999 yılında BRT Televizyonuna girdi. Haber editörü ve program yapımcısı olarak görev yaptı. 2001 Mayısında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Basın danışmanlığına getirildi. 3 yıl bu görevde kaldı. Bir süre Ali Müfit Gürtuna’nın basın ve siyasi danışmanlığını yaptı. Turkuaz Hareket’in mantalitesinin oluşturulmasında büyük katkısı oldu. Bugün Gazetesi Yurt Haberler müdürü olarak çalışan Bulut, emekli ve sürekli basın kartı hamilidir. Eserleri: Karakter Tahlilleri, Dört Halifenin Hayatı, Geleceğinizi Okuyun, Rüya Tabirleri, Asya’nın Ayak Sesleri, Ansiklopedik İslam Sözlüğü, Türkçe Dualar, Fardipli Sinha, Derviş ve Sinha, Ruhun Deşifresi, Gizemli Sorular, Ahkamsız Hükümler, Can Boğazdan Çıkar, Sofra Başı Sağlık Sohbetleri gibi yayınlanma aşamasında olan çeşitli eserleri bulunmaktadır. Roman ve Hikaye: Mehmet Ali Bulut’un Roman türünde yazılmış Fardihli Sinha, Derviş ile Sinha adında iki romanı ve aynı serinin devamı olarak Zu Nima ve Fardipli Sinha 2 ve Fardipli Sinha 3 tamamlanma aşamasındadır. Diğer çalışmaları: Çeşitli dergilerde yayınlanmış çok sayıda makalesi, şiirleri bulunan Mehmet Ali Bulut son dönemdeki yazılarını haber7.com’da yayınlamaktadır. Bulut evli ve bir kızı vardır.

Ayrıca Bakınız

Çanakkale Geçilmedi…

Elhamdülillah, bu millet bir kez daha Çanakkale’nin geçilmez olduğunu gösterdi. Bir kere daha, bu millet, …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir