İktidar karşıtlarının eline iyi bir fırsat geçti. İktidar bunu bir ‘veykap’ da sayabilir, öfkeye kapılıp karşıtlarının eline başka kozlar da verebilir.
İş nereye varacak, henüz belli değil. Onu zaman gösterir. Zira bu kere nifak, suret-i haktan tezahür etti. Yani ‘halk’ hareketi olarak kendini açığa vurdu. Ve ben içinde ‘halk’ geçen her şeyden Allaha sığınmayı esas bilirim!
Evet, yaşananların, ‘masum’ bir çevreyi koruma girişimi mi, yeni bir ‘darbe girişimi’ provası mı, içine öfke de katılmış bir ‘halk’ hareketi mi veya iktidar kibrinin toplumda var ettiği bir öfke patlaması mı olduğunu yakın bir zamanda öğreniriz. Benim bir fikrim var elbet. Ama baştan onu söyleyerek sizin de fikrinizi çelmek istemem. İnşallah Türkiye ve tabii iktidar çok bedel ödemeden farkına varır.
***
Hatırlarsanız, referandum öncesinde ve sonrasında bir iki kere, Kılıçdaroğlu gibi birinin CHP’nin başına getirilmiş olmasının pek de makul olmadığını yazmıştım. Hakikaten de o kimlikte birinin, Kemalist ve bir parça da ulusalcı ve ırkçı olan CHP’nin başına getirilmesi, Amerika’nın başına Obama‘nın getirilmesinden, Vatikan’a siyahi birinin papa atanmasından daha garip!
Ben bu tercihi hep bir operasyon gibi algıladım. Başlangıçta, sandım ki, referandumda, Kürt ve Alevi oylarını etkilemek için onu CHP’nin başına seçtiler. O konuda başarılı olmadı. Doğal olarak CHP’nin başından çekilmesi lazımdı, çekmediler. O zaman kendi kendime “Eyvah” dedim, “galiba daha büyük bir iş için saklıyorlar.” Nitekim sonunda Suriye olayı patladı. Şimdi kendileri, içimizdeki bir Suriyeli kardeşimiz olarak Ortadoğu coğrafyasının sulh ve selameti için hizmet görüyorlar. Bunu hangi CHP’liye yaptırabilirdiniz o olmasaydı?
-Peki, bu hizmetin amacı ne?
-Müslümanlar nezdinde yıldızı parlayan Türkiye’nin itibarını sıfırlamak!
Hani bir kısım mazlum halklar Türkiye’ye birazcık da olsa güvenip seslerini yükselttiler ya… İşte onlara, Türkiye’nin bir halt olmadığını(!), Türkiye’ye güvenmemeleri gerektiğini göstermeleri lazım… Yoksa kimse İslam Birliği’nin oluşumunu önleyemez. İslam Birliği de oluştu mu bu coğrafyada ne Amerika’nın ne Rusya’nın ne de İsrail’in borusu öter. Bölgenin eski mütegallibe güçleri, yandaşlarını -yani tüm ehli sünnet karşıtlarını- da yanlarına alarak, Türkiye’nin itibarını tıraşlamaya çalışıyorlar. Sayın Kılıçdaroğulu da bu amaçla giydirilmiş iyi bir aktör gibi duruyor!
Aktör dediğim sebep şundandır. CHP doğal akışında devam etseydi Kılıçdaroğlu gibi hem Kürt hem Alevi kimlikte (Bu iki ifadeyi Sayın Kılıçdaroğlu’nu küçümsemek için kullanmadım. Ne Kürtten rahatsızım çok şükür, ne Alevi’den ne de Sayın Kılıçdaroğlu’dan… Onlardan rahatsız olan, şu an kendisinin başkanı olduğu sistemdi ve bu sistemin aynı zamanda CHP’li olan efendileriydi- birinin CHP’nin başına getirilmesine ‘ulusalcı Beyaz Türkler’ müsaade ederler miydi?
Tabii ki hayır! Bu kadar büyük yapısal değişiklikleri insanlar kendiliğinden yapmazlar. Arkasında daima, ya şeytani bir niyet ve o niyeti gerçekleştirecek örgütsel bir tasarım vardır veya ilahi bir dokunuş ile toplumsal bir evriliş…
Bunlardan ilki daima bir zorlama, diğeri fıtri bir yapıyla ortaya çıkıştır. Ve bu insanlık tarihinin olmazsa olmazıdır. Kuran’da sembolik olarak aktarılan Şeytan- Rahman çekişmesinin aslı da budur. Bazen kuzey – güney savaşı adını alır, bazen iman – küfür mücadelesi adını alır ve bazen hak ve batıl mücadelesi adını alır… Bunların en tehlikeli ve en gaddar şekli ‘siyaset husumet’ kıyafeti giymiş olanıdır. Komünist ve faşist partilerin iktidar olmak için kaç yüz milyon insanın kanına girdiğine en iyi örnek Sovyet Rusya ve Hitler Almanya’sıdır…
Türkiye de o yapısal tasarımların acısını derin yaşadı. Geçen asrın başında yazma, düşünme, giyinme şekli başta olarak Türklerin tüm yaşam biçimi; inanç paradigmaları, asırlar içinde var ettiği kültürel yapısı yerle bir edildi. Kimliği ve kişiliği bir şırınga ile emilip içi boşaltıldı. Dinden tamamen tecerrüt ettirilmek istendi… Ve bu, Batı’nın dayatması bir proje idi…
Bunun karşılığında da o tahribatı yeniden tamir etmek için fıtri bir hareket ortaya çıktı; Nur hareketi. Bediuzzaman’ın “Kuran’ın sönmez ve sündürülmez bir nur” olduğunu ispat için başlattığı çabalar, doğal olarak işkence ve hapislerle boğulmak istendi.
Tabii ki o hareketlerin biri ‘makbul’, biri ‘muzır’ sayılacaktı. Devlet, Türk milleti üzerinde oynanan ‘muzır’ tüm hareketlerin odağı haline gelen partiyi makbul saydı. Halk, “suret-i hak” namını aldı. “Halk” namına, asırların ‘millet’ adına oluşturduğu tüm birikimler yok edildi. Kuran, “halk” namına hareket edenlerin gerçek niyetini bize Nas([1]) suresinde haber vermişti ama anlayamadık. O kadar suret-i haktandı ki değil ‘millet’, millet namına hayrı talep eden mana erleri dahi uzun müddet anlayamadılar neler olup bittiğini.
Bediuzzaman, yıllarca âlem-i manada, o hareketin gerçek mahiyetini, yıkıcı tabiatını, tahripçi mesleğini hak erlerine bile anlatamadığı için muzdaripti. Sonunda o hareketin ne manaya geldiğini anlatabildiğinde de ‘Anladın mı kambur, anladın mı kambur?’ diye ah edecekti gecenin karanlığı içinde. Ama çoğu alanda iş işten geçmişti artık…
Hak ve Batıl, İman ve Küfür, Rahman ve Şeytan (siz adına ne derseniz deyin) mücadelesi çetin bir hal almıştı bin yıl İslama bayraktarlık yapmış şu milletin yurdunda. Milletin kutsallarını yok etmenin her türlü şeytani usulleri tatbik ediliyordu. Tüm bunlar ‘halk’ namına yapılıyordu ve o yüzden bu çabaların odağı haline gelmiş bulunan Halk Fırkası, ‘makbul’, onların tahrip ettiklerini muhafaza etmek için didinen -başta Nur hareketi olmak üzere- tüm rahmani çabalar da ‘tu kaka’ idi.
25-30 yıl süren yoğun bir çaba sonunda tam da Bediuzzaman’ın işaret ettiği dehşetli hal ortaya çıkıverdi. Türk unsurunda kabil-i iltiyam olmayan bir inşikak husule geldi. Toplum tam ortasından yarılmıştı adeta. Bir tarafın hak dediğine ötekisi batıl, berikinin ak dediğine ötekisi kara diyordu artık.
Bediuzzaman, 1930’lu 40’lı yıllarda, toplumun laiklik perdesi altında dinsizliğe itildiğini, devletin, İslam milliyeti fikri yerine ırka dayalı bir yapılanmaya zorlandığını fark edince, dönemin yetkililerine söyle seslenmişti:
“Ey sarhoş hamiyet-füruşlar! Bir asır evvel milliyet (ulusçuluk) asrı olabilirdi. Şu asır unsuriyet (ırkçılık/ulusçuluk) asrı değil! (Global yaklaşımlar olan) Bolşevizm (komünizm), sosyalizm, mes’eleleri (her alanı) istilâ ediyor; (yerelci/tekelci) unsuriyet fikrini kırıyor, unsuriyet asrı geçiyor. Ebedî ve daimî olan İslâmiyet milliyeti; geçici, karışık ve bulanık ‘ulusalcılık’la bağlanmaz ve aşılanamaz. (Zorla) aşılansa da; Müslüman halkı bir arada tutmayı başaramaz. Milletin, varlığını sürdürmesine de hizmet edemez. Evet, İslamiyet yerine ulusalcılığı dayatmakta bir lezzet ve geçici bir kuvvet var gibi görünüyor. Fakat son derece geçici ve sonucu da tehlikeli!
Eğer bunu sürdürür ve zorlarsanız, sonunda Türk unsurunda ebedî kabil-i iltiyam olmamak suretinde bir inşikak çıkacak, (bir araya gelmeleri veya bir konuda anlaşmaları asla mümkün olmayan bir kırılma, bir ayrışma gerçekleşecek). O vakit milletin kuvveti, bir şık, bir şıkkın kuvvetini kırdığı için, hiçe inecek. İki dağ birbirine karşı bir terazinin iki gözünde bulunsa; bir batman kuvvet, o iki kuvvet ile oynayabilir; yukarı kaldırır, aşağı indirir.” (29. Mektup, mealen)
Yani diyor ki Bediuzzaman, ey ne yaptığını bilmeyen sarhoşlar, siz dinin yerine laikliği dayatır ve ırkçılığı devletin temel yapısı haline getirmek için zorlarsanız Türk milletinde ‘dindarlar’ ve dine muhalif ‘laikçi ulusalcılar’ diye iki dalın oluşmasına yol açarsınız. Milletin içine kıyamete kadar sürecek bir tefrika atarsınız.
***
İşte bugün Türkiye’de yaşanan en küçük bir toplumsal hadisenin, en basit bir protestonun bile iman küfür savaşına dönüşmesi, varlık yokluk mücadelesi halini alması bu yüzdendir.
Maalesef bugün Türk toplumu tam da Bediuzzaman‘ın haber verdiği gibi iki yaka olmuş. Hiçbir meselede uzlaşamayan, en basit meselede bile anlaşamayan iki grup!
Bu, Sünnilik ve Şiilik’ten bile beter bir haldir. Bunlar neticede bir yönüyle dine bakan meseleler olduğu için insanların insafla birbirlerine bakmaları mümkündür. Şu hal ise siyasi tarafgirlik, hased ve kin üzerine bina edildiği için, tam bir toplumsal bela, semâvî afettir. Ve yazık ki kıyamete kadar da devam edecektir. Zaman zaman bu veya öteki, kuvvet bulup birbirine galebe etseler de ne o, bunu yok edebilecek, ne öteki beridekini imha edebilecek. Tam bir galebe veya mağlubiyet 2083’ten önce görülmüyor.
Bazen o iktidar olacak bazen bu. Kim iktidarını adalet üzere oturtsa, kim davasının selametini, nefsinin iştihasının önünde tutsa, onun hükmü geçecek.
Demek ki sadece bireysel anlamda değil, siyaseten oluşturulan ‘Tüzel Kişiler’ de -partiler gibi- adalet ve insaf üzere hareket etmeliler ki, aynı zamanda iktidar olsunlar. İstikametini kaybeden, nefsine mağlup düşen, iktidarını da kaybeder. Çekirdeği kararmış bir meyve taslağını kader dalda tutamaz. Çekirdeği diri olanı da kimse daldan düşüremez!
Öyleyse, şu öfke seline bakıp onları kınamak yerine kendi nefsimize dönüp, ben ne yaptım ki bunlar olmaya başladı, diye sormalı. İktidar, bunu bir fırsat bilmeli kendini teraziye çekmek için… Zira hayırlı bir ümmet adına iktidara talip olmak ağır sorumluluktur. Onu taşımak azim bir liyakat ve temizlik gerektirir. Batıl vasıtalarla Hakk’a hizmet edilmiyor. İhlas işin içinden çıktı mı nefsin boyunduruğuna girersiniz. O da sizi tedricen helake götürür. Evet, hasmınız insafsız olabilir ama unutmayın Allah hakiki kulları üzerine şeytana sultan vermedi. Şeytan ancak nefsine uyanları helake sürükleyebilir… Siz nefsinizin tamahkarlığına kapılırsanız, Allah da size insaf etmeyecekleri size musallat eder.
Bununla birlikte, bu yaşananlar iktidar için pekâlâ büyük bir fırsata dönüştürülebilir.