Tayyar’ın Düşüşü, Ağca’nın Yükselişi

Bazen gündelik yazmadığıma üzülürüm. Birçok meseleyi ıskalamış olmaktan dolayı.

Bazen de bunun bir nimet olduğunu düşünürüm; çünkü Türkiye’nin gündemi, -sürekli meşgul olduğunuz takdirde- zihni hezeyanlaştırıyor.

Bugünlerde birinci şık hakim! Gündelik yazamadığım için bazı meseleleri ıskaladığımı düşünüyorum. Bunlardan biri yürekli ve dürüst bir gazeteci olan sevgili hemşerim Şamil Tayyar’ın Taraf’ta çıkan röportajı, biri Ağca’nın kahramanlaştırılması, diğeri ise Haiti depremi.

Bugün geç de olsa şu  üç başlık altında birkaç kelam etmek istiyorum.

ŞAMİL TAYYAR’IN KARAMSARLIĞI

Şamil Tayyar Neşe Düzel’in de belirttiği gibi, en azından AK Parti’nin ikinci iktidarı döneminde -özellikle de Ergenekon örgütünün deşifre edilmesi konusunda- yıldızı parlayan, öne çıkan, Ankara’nın ve Ankara’daki ilişkilerin arka yüzünü aktaran bir gazeteci yazar oldu. Bu yönüyle de adeta bu dönemin kahramanı, hükümetin anti demokratik yapılanmalarla mücadelesinin sembolü oldu.

Mücadelesi, her ne kadar demokrasi/sivil siyaset adına da olsa, hükümetin bir alan savunması gibi algılandı.  O da bundan rahatsız olmadı. Çünkü bu konum, onun, kıymetli bilgilerle desteklenmesine ve gizli bilgilere ulaşmasına yardımcı oluyordu.

Böyle durumlarda insanların önüne bir fatura çıkarılır zaman içinde. Şimdi sevgili hemşehrime bu fatura ödetiliyor. Ve tuhaftır ki, kendisini koruyup kollayacağını umduğu hükümet de bu durumu ancak seyredebiliyor.

Bu psikolojiye düşmüş bir insanın yaklaşımlarının karamsar olması normaldir. Ve hakkı da vardır ki karamsar tablolar çizsin. Nitekim Neşe Düzel’e verdiği mülakatta Tayyar, Türkiye için son derece moral bozucu, karamsar ve yıkıcı bir manzara tanımladı.

Esasında, karamsarlık, insan doğasının en rahat üretebildiği değerdir. Malum, insan da toprak gibidir. Topraktan, istediğiniz ürünü almak istiyorsanız, ona kasd-ı mahsus ile yönelmeli ve onu hazırlamalısınız ki, o ürünü alabilesiniz. Aksi takdirde toprak kendi haline bırakılsa örenleşir; ondan sadece ayrık otları, çalı çırpı çıkar.

İşte insan da böyle! Kasıtlı bir yönelme ve konsantrasyonla meselelere bakmasa, zihni ona sürekli karamsar tablolar çizer. Çünkü zihin, eğer yakın bir tehlike yoksa, ki içimizdeki derin devlettir- risk almamak için mevcut pozisyonun sürdürülmesini ister. Onun için de sürekli, geleceğe dair karamsar düşler gördürerek, bizi, mevcudu muhafaza etmeye zorlar. Türkiye Cumhuriyeti gibi… Derin çeteleriyle, sürekli kaos ortamları oluşturarak, halkın, rejimi sorgulamasına fırsat vermedi; milleti, ‘aman mevcudu da kaybetmeyelim!’ psikozunda tutarak mevcut rejimin ömrünü uzattı.

Şimdi görüyorum ki bu kaos senaryosu, bugüne kadar halkın önünde umut meşalesi gibi yanan Şamil Tayyar kardeşimizin aydınlığını da husufa uğratmaya başlamış. Bu da gösteriyor ki, onun geleceğe dair umudu ‘tebeî’dir, fıtrî değil. Bütün olup bitenleri siyasi bir manevranın neticeleri, bütün başarıları Tayip Erdoğan’ın bireysel gayretinin meyveleri zannetme yanılgısına kapılmış. Evet, siyasi gayeler, siyasi ekipler sayesinde daha kestirme yoldan tahakkuk ettirilebilir ama hiçbir dava adamı, maksadını bir ekibe, bir zamana, bir vakte endekslemez. Gayelerini, davalarını, siyasi bir ekibin manevralarına bağlamak, sıklıkla beraberinde hüsran da getirir.

Davaları çağları  aşmış insanlara bakın. Onların hiçbiri maksatlarını bir ekibe yahut bir gruba yüklememişlerdir. Davalarını, “sağlam gerekçeler”e bağlamışlardır.

Mesela Peygamber Efendimiz İstanbul’un ümmeti tarafından alınacağını haber vermiş. Şu veya bu alacak; ashabım onu alacak, Araplar veya Türkler onu alacak dememiş, “İstanbul fetholunacak!” demiş. Bu mutlak bir hükümdür, kaçınılmaz bir sondur ama bunu kimin yapacağı belli değildir. Nitekim İstanbul’u almak, İslam’ın ilk taşıyıcıları olan Araplar ve daha sonraki taşıyıcıları olan Farslara değil ki onlar da bu hükmün icracısı olmak için defalarca denemede bulunmuşlardır-; onların yorulup kenara çekildiği devrede doğudan İslam topraklarına girip, iktidarı devralan Türklere nasip olmuştur.

Bediuzzaman da, İslam’ın bazı ‘şeair’ini reddeden bu rejimin ve onu koruyup kollayan güçlerin, önünde sonunda millete teslim olup halkın yeniden İslam ile buluşmasına hizmet edeceklerini haber vermiş.

Bu rejimin her biri bir devir anlamına gelen dört günü olduğunu; birinci günde, üç yüz yılda yapılamayacak işlerin bir günde/gecede başarılacağını, ikinci günde bir yıl, üçüncü günde bir ay, dördünce günde bir haftada yapılamayacak işlerin bir günde gerçekleştirileceğini haber vermiş ve demiştir ki; sonunda adileşir, vaziyeti korumaya çalışır ama muvaffak olamaz. Geri çekilir.

Geri çekilme zamanı olarak da 80’inci yaşını vermiştir. Hatta ordunun, Türkçülüğü ve Türk milletinin siyasi gücünü, muvakkaten, İslam’ın bazı meselelerine karşı kullanmış/kullanacak olan o zındıka komitesinin elinden ipini alarak milletin menfaati doğrultusunda hareket edeceğini ki onun da emareleri görülmeye başlandı- söyler.

Bu bir ufuk tespitidir, kehanet değil. Meseleye bu perspektiften bakıldığında, mesele AK Parti’nin meselesi olmaktan çıkar ve millet iradesinin bir tezahürü olur. Siz bunu böyle görmeyip, her şeyi hükümetin ve Erdoğan’ın bireysel çabalarının bir neticesi olarak görürseniz, önce kendinizi, sonra milleti yanıltırsınız. Nefsiniz de, gösterdiğiniz her çaba karşılığında, hükümetten bir ‘aferin!’ bekler. Sonunda da hak ettiğinizi sandığınız aferini alamayınca ki bana göre Şamil Tayyar gerçekten de hükümetten, hak ettiği aferini alamamıştır. Çünkü eğer şu eforu Ergenekon için harcasaydı, şimdi onu önemli bir gazetenin başına getirirlerdi- geleceğe dair umutlarınız yıkılır. İşte bence sevgili hemşerimin içine düştüğü psikoloji bu.

Cansiperane bir mücadele sonunda bulduğu karşılık, 1,5 yıllık hapis!… Bu olmamalıydı. Hükümet, eğer gerçekte muktedir olsaydı, buna mani olurdu yahut Cüneyt Ülsever’i küstürmemenin bir yolunu bulurdu. Ama işte görüyorsunuz. Kendisini savunanlara bile sahip çıkamayan bir hükümeti, her meselenin arkasındaki fail bilmek ciddi bir hata!

İkincisi, insan inandığı bir şeyin davasını güdüyorsa, karşılığını Allah’tan beklemeli. Hz. İsa, bir konuda insanların alkışını almış birinin, ayrıca Allah’tan karşılık beklemesinin ahlaki olmadığını söyler.

Bir şey ya Allah için yapılır, ya menfaat için. İkisi de insanidir, meşrudur. Menfaat için yapılıyorsa, insan karşılığını alamayınca inkisara düşer tabi! Allah için verilen mücadelede ise hayal kırıklığı olmaz.

Ama sevgili hemşerimde hayal kırıklığı hissediyorum. Demek ki benim yerimde olsaydı, AK Parti’nin lehine olabilecek tak satır yazamazdı. Ben, Ankara’dan gönderilen kırmızı bültenle İBB’den kovuldum. Aynı yıl derin bir sıkıntıya düştüm, yuvam dağıldı, üç yıl ambargo yedim. Hatta 2007 yılında Bugün gazetesinde beni işe kabul eden arkadaşıma, yazı yazmak istediğimi söyleyince, “Seni işe başlatmışım, bir de yazı mı yazdırayım!” demişti(Allah razı olsun). Yani aldığı riskin ağırlığını bana hatırlatmıştı.

Şimdi zaman zaman bazı okurlar beni ‘AK Parti’yi savunmakla’ suçluyorlar. “Benim derdim AK Partiyi değil, yapılan güzel işleri savunmak. Sivil siyasetin öne çıkması, millet iradesinin üzerindeki vesayetin kalkması, milletin tarihî misyonu ile buluşmasına hizmet eden ve edecek çalışmaların alkışlanması. Tüm bunlara dikkat çekebilmek. Bu alkışlardan AK Parti de nasip alıyorsa hakkıdır. Ne yapayım!” diyorum ama nafile. Keşke bunları CHP yapsaydı, MHP yapabilseydi, onları da alkışlasaydık. Demokrasi adına fena mı olurdu yani.

Şamil Tayyar, kardeşim de moralini bozmasın. Artık bahar mevsimidir. Elbette Mart bazen kazma kürek yaktırır ama kış yeniden gelecek diye telaşa düşmeye gerek yok. Enseni karartma güzel kardeşim. Güzel günler kapıda. Yakın bir gelecekte, Asya tarlaları, Rumeli bostanları, Kafkas dağları, bizim çiçeklerimizle neşv u nema edecek. Umudunu kaybetme. Sen bir meşalesin, sakın sönme!

Baksana, birileri, umutlarını ayakta tutmak için cinayetlerin faillerini bile kahramanlaştırıyor.

AĞCA MİLİ  KAHRAMAN GİBİ

Yazının büyük bir kısmını  Şamil kardeşime ayırdığım için diğer başlıkları kısa geçeceğim.

Ağca, İpekçi’yi öldürmüş, Papayı öldürmeye teşebbüs etmiş. 24 yıl yatmış. Cezası bitince tahliye oluyor. Son derece normal. Ama bir de bakıyorsunuz ki, sanki Ağca bir katil değil, milli kahraman!

Neden? Abdi İpekçi’nin öldürülmesi bir vatan meselesi miydi? Milliyet’in satılmasına direnç gösteren ve onun Aydın Doğan’a satılmasını  önleyen İpekçi’nin öldürülmesi nasıl ve niçin ‘vatan-millet’ işiydi? Değil idiyse, Ağca’nın bir vatan kahramanı gibi karşılanması neden?

Sonra Papa suikasti. Papanın öldürülmesi hangi milli menfaatimiz gereği idi? Aksine Papa o dönemler, SSCB’nin içten içe yıkılmasına zemin hazırlayan komünist karşıtlarını besliyor ve destekliyordu.

Peki, Ağca, kim adına ve kimin talimatıyla bunları yaptı? Gerçekten bir kahraman idiyse, birileri bize bu iki cinayetin gerekçelerini anlatmalı. Değilse, bir tetikçiden ibaret olan bir insana bu kadar itibar edilmesini benim zihnim almıyor.

Ağca son derece zeki ve güçlü  bir karakter! Roma hukuku onunla baş edememiş. Hiçbir zaman arkasındaki adamları deşifre etmemiş, açık vermemiş Ağca. Kimbilir onun çıkınında ne kadar kirli çamaşır ve ajandasında ne kadar kirli adam var. Türk milletinin gerçek mukadderatı onun vereceği işaretlerle yeniden tanzim edilebilirdi.

Düşünün ki bir insan, 80 darbesi şartlarında en sıkı korunan bir askeri hapishaneden elini kolunu sallayarak kaçabilmiş! Sonra bugün Ergenekon örgütünün en hızlı savunucusu olan medya patronunun, onun sayesinde imparatorluğunu kurduğunu düşünün. Ve ardından Papa suikasti. Sadece Türkiye’nin değil, dünya örgütlerinin tamamının kuyruğunu yakalayabilirsiniz, onu konuşturabilirseniz. Tabii ki konuşturamazsınız. Çünkü hiçbir şey olmasa, öldürülür. O da bunu biliyor. Mustafa Duyar, zavallı o dönemin savcılarına güvenip itirafçı olunca, ağababaları onu hemen hapishanedeki bir ölüm mangasına teslim ettiler.

Şimdi anlaşılıyor galiba Ağca’nın neden milli bir kahraman olduğu. Geçmişi aydınlatacak, geleceğe ışık tutacak kriptoların kodları onun sinesinde yazılı. Fakat kim okuyacak, kim çözecek!

Yazı çok uzadı.  Şu Haiti depremine sonra girelim. Çünkü konunun İstanbul ile de ilintisi var.


Bu arada, hala bazı okurlarım, kitaplarımı bulmada sıkıntı yaşadıklarını söylüyorlar. Onlara bir kolaylık olsun diye bir telefon numarası veriyorum. Kitaplarınızı, köy şehir demeden ta kapınıza kadar getiriyorlar, hem de indirimli. Ve ücretini de kapıda veriyorsunuz! Telefon numarası: 0212-444 24 14. Bu numarayı arayıp istediğiniz kitabımı isteyebilirsiniz. En geç üç veya yedi gün içinde elinizde oluyor. (MAB)

Hakkında Mehmet Ali Bulut

1954’te Gaziantep’in İslâhiye ilçesinin Kerküt köyünde doğdu. İlkokulu burada tamamladı. Gaziantep İmam Hatip Lisesini ve ardından Gaziantep Lisesini bitirdi. 1978 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap ve Fars Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nden mezun oldu. Aynı Fakülte’nin Tarih Bölümünde doktora tezi hazırlamaya başladı. 1979 yılında Tercüman Gazetesi’ne girdi. Tercüman Kütüphanesinin kurulması ve kitapların tasnifinde görev aldı. Birçok kitap ve ansiklopedinin yazılmasına ve hazırlanmasına katkıda bulundu… Daha sonra gazetenin, haber merkezi ve yurt haberlerinde çalıştı. Yurt Haberler Müdürü oldu. Köşe yazıları yazdı… 1991 yılında Haber koordinatörü olarak Ortadoğu Gazetesi’ne geçti. Bu gazete 5 yıl süreyle köşe yazarlığı yaptı. Yeni Sayfa ve Önce Vatan Gazetelerinde günlük yazıları ve araştırmaları yayınlandı. 1993 yılında haber editörü olarak İhlas Haber Ajansı’na girdi. Kısa bir süre sonra ajansın haber müdürlüğüne getirildi. Mahalli bir ajans konumundaki İhlas Haber Ajansı, onun haber müdürlüğü döneminde Türkiye’nin ve Ortodoğu’nun en büyük görüntülü haber ajansı konumuna yükseldi. 1997 yılında İHA’dan ayrılmak zorunda kaldı. Bir grup arkadaşıyla birlikte Veri Haber Ajansı’nı kurdu. Finansal sıkıntılardan dolayı Ajansı kapattı. 1999 yılında BRT Televizyonuna girdi. Haber editörü ve program yapımcısı olarak görev yaptı. 2001 Mayısında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Basın danışmanlığına getirildi. 3 yıl bu görevde kaldı. Bir süre Ali Müfit Gürtuna’nın basın ve siyasi danışmanlığını yaptı. Turkuaz Hareket’in mantalitesinin oluşturulmasında büyük katkısı oldu. Bugün Gazetesi Yurt Haberler müdürü olarak çalışan Bulut, emekli ve sürekli basın kartı hamilidir. Eserleri: Karakter Tahlilleri, Dört Halifenin Hayatı, Geleceğinizi Okuyun, Rüya Tabirleri, Asya’nın Ayak Sesleri, Ansiklopedik İslam Sözlüğü, Türkçe Dualar, Fardipli Sinha, Derviş ve Sinha, Ruhun Deşifresi, Gizemli Sorular, Ahkamsız Hükümler, Can Boğazdan Çıkar, Sofra Başı Sağlık Sohbetleri gibi yayınlanma aşamasında olan çeşitli eserleri bulunmaktadır. Roman ve Hikaye: Mehmet Ali Bulut’un Roman türünde yazılmış Fardihli Sinha, Derviş ile Sinha adında iki romanı ve aynı serinin devamı olarak Zu Nima ve Fardipli Sinha 2 ve Fardipli Sinha 3 tamamlanma aşamasındadır. Diğer çalışmaları: Çeşitli dergilerde yayınlanmış çok sayıda makalesi, şiirleri bulunan Mehmet Ali Bulut son dönemdeki yazılarını haber7.com’da yayınlamaktadır. Bulut evli ve bir kızı vardır.

Ayrıca Bakınız

Çanakkale Geçilmedi…

Elhamdülillah, bu millet bir kez daha Çanakkale’nin geçilmez olduğunu gösterdi. Bir kere daha, bu millet, …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir