Dünyada bugün iki temel hukuk disiplininden söz edilebilir. Biri, bugünkü Batı medeniyetinin kendisine mehaz kabul ettiği Roma hukuku, diğeri de İslam hukuku.
İslam hukuku içinde de Osmanlı hukuku, mümtaz bir yere sahiptir. Zira Osmanlı çok dilli, çok kültürlü ve çok dinli bir imparatorluktu ve insana, eşyaya, kavimlere ve onların kültürüne Kuran perspektifinden bakmıştır.
Esasında çok milletli imparatorlukların kaçınılmaz kaderidir çok hukukluluk. Tebaalarını iyi idare etmek, en azından hoşnutsuzlukların çıkmasını önlemek için, idaresi altında bulunan kavimleri mümkün mertebe kanun ile zabt u rapt altına almayı düşünmüşlerdir. O yüzden de hukukun tüm şubelerine ait hüküm ve içtihatlara sahiptirler.
Osmanlı, ferdin hakları hususunda Roma’dan da ileri gitmiştir. Yargıya, sadece imparatorluğun bekası açısından değil, devletin ruhunda ‘âmir’ olan Kuran’ın, tehditlerine muhatap olmamayı da göz önünde bulundurmuştur.
ZEMBİLLİ’NİN YAVUZ’A UYARISI
Mesela Yavuz Sultan Selim’in, Yunan halkını asimile etmeyi öngören teklifini, dönemin Anayasa Mahkemesi Başkanı -(Belki de Yargıtay Başkanı demek lazım(?))- Şeyhülislam Zembilli, “Allah tüm alemlerin Rabbidir, sadece Müslümanların değil’ diyerek reddetmiştir.
Bir toplumun kültürüne ve yaşam biçimine müdahalenin ‘sünnetullah’a aykırı olduğunu göstermiştir. Dolayısıyla denilebilir ki Osmanlı insanî birikimlere Romalılardan daha saygılıdır; Osmanlı hukuku da Roma hukukundan daha beşerî ve insanîdir. Romalılar, Yahudilerin baskısı yüzünden Hz. İsa’nın haksız yere çarmıha gerilmesine göz yummuştur. Acaba Osmanlı hukuku buna müsaade eder miydi? Sanmıyorum.
Batı hukukunun amir hükmü (ruhu), Roma hukukunun Hıristiyan ahlakıyla aşılanmış halidir. Fakat o hukuk, daha sonra pagan Grek kültürüyle eşleştirilerek güya sadece ‘aklı esasa alan’ bir hukuk sistemine haline getirildi. İnsanın Tanrı’ya bakan yüzü görmezlikten gelindi.
BATI HUKUKU ÇİFTE STANDARTLI
O yüzden de Batı hukuku çifte standarttan kendini kurtaramıyor. Kendi tebaası söz konusu olduğunda nispeten ‘adil’ olmayı başarıyor. Ama “öteki”ni medeniyeti için bir tehdit olarak algıladığında adil olmayı değil, pragmatik olmayı esas alıyor. Kendileri de bunun farkında. O yüzden de sürekli yeni kriterler icat ederek hukuk sistemindeki kayırıcılığı gidermeye çalışıyorlar. Buna rağmen, İslam söz konusu olduğunda –çünkü onu kendi yaşam tarzlarına tehdit olarak algılıyorlar- uygulamanın nasıl mihverinden saptırıldığı görülmektedir. Türkiye’nin AB macerası malum!
Bediuzzaman, Batı ve İslam medeniyeti karşılaştırması yaptığı (Sözler, Lemaat) lirik makalesinde, mevcut Batı medeniyetinin insana bakışını ‘insanî’ ve ‘rahmanî ‘ bulmaz. İki Batı tasavvur eder; Hıristiyan Batı, ateist Batı. Hukuk sisteminin ‘ateist Batı’ tarafından şekillendirildiğini söyler. Ve onu Rahmanî; yani insan fıtratına uygun bulmaz. Dolayısıyla hükümleri Kuran’la da bağdaşmaz. Kur’an ile bağdaşmayan bir hukukun Müslüman ahaliye tatbiki yanlıştır. Huzur ve asayiş yerine huzursuzluk ve kargaşaya neden olur. Nitekim de öyle olmuştur.
***
Osmanlı, Batı medeniyetinin yarattığı teknik üstünlüğün, kendi varlığı için bir tehdit oluşturduğunu fark ettiği 18. yüzyıl başından itibaren ondan iktibaslar yapmaya başladı. Tekniğini alarak kendisini ona karşı savunabileceğini sandı. Ama Batı tekniğinden önce, medeniyet algısını ve hukukunu, yani toplumsal düzenini bize dayattı. Lozan Barış Konferansı tutanakları incelendiğinde görülecek ki Batının bizimle esas kavgası hukuk çerçevesindedir. ( Lord Cruzon’un, İslam hukukuna getirdiği eleştiriye İsmet Paşa’nın yaptığı bir savunma vardır ki okunmaya değer.-S. Lemi Merey, III Cilt)
OSMANLI’NIN ÇABASI HUKUK ESASLIYDI
Gülhane Hattı Hümayûn’undan, Islahat Fermanı ve Kanun-ı Esasi’ye varıncaya kadar Osmanlı’nın, çoğu “siyasî imiş gibi görünen” çabalarının tamamı, hukuk esaslıdır. Sonunda da Osmanlı yıkılmış, yerine kurulan Cumhuriyet, A dan Z’ye Batı hukukuna getirip Türk milletine dayatmıştır. Fakat yazık ki iki yüz yıl boyunca -Batılı anlamda tashihler yapmak üzere- sayısız hukukî düzenlemeler yapılmış olmasına rağmen, Türk milleti, içinde kendisini bulacağı, rahat edebileceği bir anayasa oluşturamamıştır. Çünkü yapılan tüm düzenlemelerde âmir ruh, Müslüman Türk halkının bekası değil Batının bize biçtiği roldür. Nitekim hepsi darbe veya ve asker mahsulüdür.
Şimdi yeni bir çalışma var ve bu kere sivil bir Anayasamız olacak gibi görünüyor. Ama emin de değilim. Zira anayasanın ’emredici hükmü ve ruhu’nun ne olacağına dair net bir yaklaşım yok! CHP ‘şunlara şunlara dokundurmam’ diyor. Yani istiyor ki, yeni Anayasa’da da emredici ruh ladini Batı anlayışı olsun! Eğer öyle olacaksa emin olabilirsiniz bu yeni çalışma, sivil bir Tanzimat Fermanı’ndan öteye gitmez.
ANAYASA’DAKİ AMİR RUH
Çünkü mevcut Anayasamızdaki ‘âmir ruh’ İslam veya Türk harsı değil, ‘ateist Batı’nın güya akılcı olan AB kriterleridir.
Şimdi yeniden AB kriterleri endeksli bir Anayasa yapılacaksa ve Anayasanın amir ruhu Batılı umdeler olacaksa yeni bir Anayasa yapmaya gerek yok. Çünkü 1982 Anayasası -evet asker düzenlemesidir ama- milletin yüzde 92’sinin ‘evet’ini almıştır. Peygamberimiz, “benim ümmetim şer üzere ittifak etmez” (İbni Mace, Fiten) buyurduğuna göre bu Anayasa bir tür ‘icma-ı ümmet’e mazhar olmuş bir düzenlemedir. Eğer ‘insanlar aldatıldılar’ diyorsanız, ben sizi yine o hadise havale ederim…
Demem şu ki yapılacak Anayasada, âmir olan ruh, ‘eski ruh’ olacaksa; yani, yeni anayasayı şekillendirecek ruh, İslam medeniyeti değil de yine Batı medeniyeti umdeleri olacaksa eski yasa olduğu gibi kalsın. Zira Batı medeniyeti esaslı yeni bir Anayasa yeni sorunlar ve yeni sıkıntılar demektir.
80 yıldır sürdürülen çabalar bu milleti İslamdan uzaklaştıramadı. Şimdi siz onun adına yeni bir yasa yaparken, eğer onun dinini yine yok sayar ve Beyaz Türklerin keyfine uyarsanız, bu milletin en fazla beş on sene sonra sizi de yaptığınız Anayasa ile birlikte tarihin raflarına kaldıracağını unutmayın.
Elimizde bin yıllık hukuk uygulamaları ve prensipleri varken, kütüphaneler dolusu içtihatlar mevcutken ve bu millet, bugün huzursuzluk ve kargaşanın eksik olmadığı şu geniş coğrafyayı 600 yıl, barış içinde yaşatacak bir hukuk sistemine sahipken, eğer yine Batının hegemonyasını sürdürmesine hizmet edecek bir Anayasa yaparsanız, Allah sizi bildiği gibi yapsın.
Batılılaşma sürecinin şu millete neye mal olduğunu hâlâ göremeyecekseniz, emin olabilirsiniz, iki yakanız bir araya gelmez ve gelmemesi de müstahaktır. İşte görüyorsunuz, şu mevcut Anyasasa- ki ondaki âmir hüküm Batının müstemleke/sömürgeleri için uyguladığı ‘laikçilik’tir- hiç birinizi mutlu etmedi. Yapacağınız da sizi mutlu etmeyecektir. Ta ki siz ona bu milletin hakiki yasası olma vasfı kazandırıncaya kadar… Bence kınayıcıların kınamasına aldırmadan, en azından MECELLE’nin ruhundan bir şeyler hulul ettirilmeli şu yeni yasaya ki bizim yasamız olsun.
Yoksa fazla sürmez ondan da yaka silkelersiniz ve millete bir 25 -30 yıl daha kaybettirirsiniz.
HAYVANLAR ANAYASASI
Anayasa’dan söz açmışken üç beş kelam da hayvanlar hukuku için serdedeceğim.
Bir hafta kadardır Akçay Güre’de bir arkadaşımın devre tatilindeyim. Geçen yıl da bir hafta kadar Ayvalık Cunda adasında kalmıştım. Bu belde ve ilçelerin hepsi CHP’li belediye başkanlarının yönetiminde… İnsan, sosyal demokrat olmaları hasebiyle bu insanların hayvanlara karşı daha müşfik davranacağını umuyor. Fakat durum pek de öyle değil. Bir köpeğin bir lokma yiyecek için 3 km boyunca tüm çöp kutularını kontrol ettiğini gözlerimle gördüm. Sabahın erken saatinde ona açık bir büfe bulup da bir şeyler alabilmem için benim de onunla yürümem gerekti. Bu iş mevsimlik tatilcilerin merhametine bırakılmamalı…
Cunda’da da dikkatimi çekmişti. Bütün köpekler aç ve mutsuz. Kediler hakeza. Bunlar Cenab-ı Hakkın bizim tasarrufumuza verdiği emanet mahlûklardır. Zannediyoruz ki âhları yoktur ve onlardan dolayı gelip bizi bulacak musibetler yoktur. Öyle değil. Emin olabilirsiniz ki hayvan hukukuna riayetsizlik, zulümlerin en ağırıdır. Ve gadab-ı ilahiyi cezp eder. MHP’li ve AK Partili belediye başkanlarının yönetimindeki belde ve ilçelerde durum nedir tam bilemiyorum. Eğer onlarda da durum aynı ise, ben cidden Allahın gazabından korkarım.
Hazır yasadan, anayasadan söz etmişken, derim ki, ‘Acaba Anayasada hayvanlar için de bir düzenleme’ yapılamaz mı? ‘Müslüman’ız, Muhammed ümmetiyiz’ filan diyoruz ya, hayvanlara yönelik tutumumuz hiç de onun ümmetine yakışmıyor.
Çocukken babamın bir eşeği vardı. Rahmetli, her baharda ve son baharda götürür onu birkaç günlüğüne kıra, seyip hayvanların arasına bırakırdı. Çocuk aklımla anlayamazdım bu yaptığını. Bir gün merak edip niye bıraktığını sordum, “O sağlıklı erkek bir eşek. Biz onu başına yular takmış ha bire hizmetimizde koşturuyoruz. Peki, onun da çiftleşmeye ihtiyacı ve hakkı yok mu? İşte bu hakkını kullansın istiyorum.” Bazen de yakaladığımız kuşları bizden satın alıp salıverirdi. Onun hayvan hukukuna gösterdiği titizlik aklıma gelince gözüm yaşarır. Ona bu hissiyatı veren imanından başka bir şey değildi.
O köylü adamın akıl ettiğini, bizim okumuş ve imkânlı adamlarımız neden akıl etmezler? Belediyeler pekâlâ şu meseleye ciddi eğilseler meseleyi çözerler.
Ama anlaşılıyor ki kanun olmadan kimse bu meseleye el atmayacak. Acaba, belediyelere hayvan barınağı inşa etme zorunluluğu getirilemez mi? ‘Belediye, bütçesinin yüzde bilmem kaçını hayvanların iaşe ve ibatesine ayırır.’ diye bir hüküm getirilemez mi?
Hükümetten birilerinin bunu kendine iş edinmesi lazım… Bendeniz, rikkatinin çok yüksek olduğuna şahit olduğumuz Sayın Bülent Arınç’tan böyle bir girişim bekliyorum şahsen. Şu meseleye Allah için sahip çıksın. Vallahi onların şahitliği insanlarınkinden daha makbuldür. Hayvan haklarıyla ilgili bir hükmü mümkünse Anayasaya koydursun, değilse bir kanunî düzenleme ile devletin şu dilsiz damaksız mahlûkata sahip çıkmasını sağlasın. Dünyasını da ahretini de abad eder.
Hakikaten şu mesele, bizim şehirciliğimizin yüz karasıdır.