Babasını kaybettikten sonra ilk yazısını kaleme alan Yazar Mehmet Ali Bulut, ilk dikkatini çeken 10 Kasım’da Anıtkabir’de dua çağrısını yazdı ve geçenlerde gördüğü bir rüyayı okurlarına aktardı.
Gündemde ne var, Türkiye neleri konuşuyor takip edemedim bir haftadır. Son bir, bir buçuk yıldır sık sık gidip, son yolculuğunda yanında olmaya çalıştığım babam, 3 Kasım günü beklediği otobüse binip gitti.
Üç yıl önce “Evladım, valizimi hazırlamışım, durakta bekliyorum. İlk gelen otobüse bineceğim” demişti.
O zaman henüz düşkün de değildi. Sonra ‘Kime uzun ömür verirsek, onu yaratılış itibariyle tersine çeviririz (gücünü azaltırız)’ (Yasin, 68) hükmü onu da kuşattı. Yatağa düştü, hiçbir hastalığı yokken. Eridi, eridi ve sonunda bir kuş kadar hafifledi. 3 Kasım günü ikindi ile akşam arasında, beklediği otobüs gelmişti. Binip gitti. Öncesinde görülen rüyalarda ise kuş olup uçtuğunu görenler olmuştu.
Cenaze töreni de zaten bir düğün havasında geçti. Mevlana’nın ölüm gününe ‘Şeb-i arus’ dediğinin hikmetini kavradım. Bir sahabe makamına defnedildi…
Bu bölgeye gelen ilk İslam fatihleri, sahabeler! Hz. Ali’nin kısa hilafeti döneminde fethedilmiş buraları… Köyün içinde, üstünde ve altında adı sanı belli olmayan sahabe şehitlikleri –belki de makam demek lazım- var. Halk sayısız tecrübelerden dolayı öyle inanıyor. Onların en bilineni, köyün altında ve bir tepenin üstünde bulunan sahabe makamıdır. (Tile Sıheba)
Şimdi bir kümbet daha var orda. Kümbette yatan, Kadirî mürşitlerinden Mustafa Necati Ak. –Mehmet Akif Ak’ın babası- Çok miktarda bağlısının bulunduğu bir dönemde, Emirdağı’nda Bediuzzaman’ı ziyaret etmiş. İrşat hizmetine mani olan bir rahatsızlığından söz etmiş ve dua istemiş. Üstad ona “kardeşim senin bir rahatsızlığın var. İnşallah, şifa bulursun. Senin için dua ediyorum. Benim de yedi tane hastalım var. Şartlarımı da görüyorsun. Buna rağmen hizmete devam ediyorum. Sen de dön, ileri marş marş” demiş.
Oğlu Mehmet Akif’in şahadetiyle, döndükten sonra o rahatsızlığından eser kalmamış. Her kime irşad dersi verdi ise ona risale-i nuru da telkin etmiş. Vefat edince de bölge halkı, onu sahabe mezarlarının bulunduğu o tepeye gömmeyi uygun görmüş.
Bugün de çok sayıda bağlısı var o mübarek zatın. Makamı ziyaretçilerden hali olmaz. Biri Vesile-i Necat, diğeri Güldeste-i Necati diye iki divanı var. Özellikle Vesile-i Necat, muhteşem bir lirizme sahip. Dil, nazım ve içerik bakımından, gerçekten incelenmeye değer bir tasavvuf hazinesi!
Babam da o makama gömüldü. Allah onu da, o makamda bulunan Allah ve Resullulah dostlarına yaran etsin inşallah. Amin!
***
Babamın vefatı ve taziyeler dolayısıyla dünyadan ve ma fihadan uzak kaldığım bir hafta geçirdim. Hakikaten de dünya hayhuyu, kalbi acayip meşgul ediyormuş. Vehim, vesvese, endişe, keder, gelecek telaşı insanın gündeminden çıkıyor. Kim ne yapıyor ne ile meşgul fazla da sizi ilgilendirmiyor. Dünyanın sonu da gelmiyor. Oysa bu dönemde Türkiye’de neler olmuş da neler.
İlk defa dün açıp da internette gezinmeye başlayınca Yılmaz Özdil’in 10 Kasım yazısı dikkatimi çekti. Baktım, Özdil, herkesi, 10 Kasım günü Anıtkabir’e, dua etmeye çağırmış. Sevindim. Demek ki nihayet onlar da anladılar ki, mevtanın en çok duaya ihtiyacı var… Paşa da olsan Atatürk de olsan, İlahi merhamete muhtaçsın! Bu bilinç hakikaten alkışlanası bir bilinçtir!
Nitekim aynı bilinç CHP canibinde de oluşmuş olmalı ki, eski muannitleri partiden ayıklamaya karar vermişler. Kılıçdaroğlu’nun CHP’yi,‘cahape’ olmaktan çıkarma başarısı bence Referandum kadar önemlidir. Meseleye Kılıçdaroğlu ve fikri kökenleri itibarıyla bakmamak lazım. Muannit; her hayrın manii olan bir partinin, her iyiliğe karşı çıkan bir zihniyetin bir tür tasfiyesi olan şu iş, fevkalade hayırdır. Kılıçdaroğlu’nun hiçbir günahı, şu hayrına mukabele etmez sanırım.
Düşünün ki, artık altı ok diye nitelenen umdeler, dinden imandan daha önemli olmayacaktır. Yargıtay, Anayasa Mahkemesi, ordu o partinin gözünün içine bakmak zorunda kalmayacaktır. Bu hizmet, milletin kendi iktidarını gerçekleştirmek ve iradesi üzerine konulan ipotekleri kaldırmak bakımından mühim bir hizmet… Belki de tarih, Tayyip Erdoğan’ı, şu muannit; inkârı, tasdike tercih etmiş rejimi ‘insanileştiren adam’, Sayın Kılıçdaroğlu’nu da, ıslahı mümkün olmayan bir partiyi ıslah eden adam olarak kaydedecek.
Esasında, birçok şeyin yeniden yapılandırılmasının gündeme geleceği önümüzdeki dönemde; körü körüne, inatçılıkla her hayırlı işe karşı çıkacak partiyi ‘makuliyet’ çizgisine çekmek, hayrı yapmaktan daha mühim bir iştir. O açıdan da Kılaçdaroğlu’nu tebrik ediyoruz. Önder Sav gibi –ki o muannit cehape zihniyetinin en bariz temsilcisidir- İslam’a ve Hz. Peygamber’e karşı mesafeli duran bir insanı, yönetimden uzaklaştırmış olmasının ecrini mutlaka alacaktır…
***
Başka neler olmuş, neler bitmiş bilmiyorum ama şuna eminim ki, artık Türkiye kışı geride bıraktı. Artık bahardır. Elbette bedeninde nem taşıyan her ağaç yeşerecek, yaprağa ve meyveye duracaktır. Hayat ile irtibatı kesilenler için ise artık geçtir. Kuruyup hatab olacaklardır…
Medeniyet nimetleri ve meşru hürriyetin tadına erdikçe millet dahi, kendisine çeki düzen vererek müstakbel saadet iklimine yakışır bir kıyafet ve kamet edinecektir. Buna mecburdur ve hem de böyle olmaya onu icbar edecek birçok sebep mevcuttur. Saadet sırasının İslam ümmetine geleceğinin sayısı emareleri de vardır…
Referandumun ertesi günü ilginç bir rüya görmüştüm. Rüyamda İstanbul’un kırsalındayım. Bir tarlada insanlar çalışıyor. Ben de başlarındayım. Bakıyorum doğu tarafından bir genç geliyor. Bıyıkları yeni terlemiş bahadır bir genç. Yüzünde mümin ve secdeli olduğunun bütün izleri var. Bana “Ağabey şu şehre nasıl gideceğim” diyor. Parmakla gösterdiği yöne –ki kıble tarafıydı- bakıyorum. Bakıyorum ufukta adeta serap gibi bir şehir görünüyor. Emsalini dünyada görmediğim bir şehir. Muhteşem kasırlar, gökdelenler ihtişamlı kubbeler ve parıltılı bir ufuk… Daha doğrusu ancak rüyalarda görülebilecek bir şehir… Dikkat ediyorum sanki ben o şehri biliyormuşum. Fardipli Sinharomanının sonunda tasvir etmeye çalıştığım hayalî ‘geleceğin medeniyet şehri’ ne benziyor. Gayb perdesi arkasına gizlenmiş.
Bakıyorum iki yol var. Birisi, bildik bir yol. İki aracın zor geçtiği ama asfalt eski yollarımız gibi. Kullanılmaktan artık aşınmış gibi. Güya kıbleye doğru gidiyor ama dikkatli bakınca görüyorum ki ilerde o yol batıya sapıyor. Yolun batıya saptığı noktada bir yol tabelası var. Üzerinde TİH yazıyor. Yanında da Cowboy filmlerinde, içilmesi tehlikeli suların yanına diktikleri türden bir işaret var.
Onu görünce, ‘demek ki’ diyorum ‘bu yoldan gidenler hep bu yüzden helak olup gittiler’. Öbür yola bakıyorum. O yol muhteşem bir asfalt. Ama ne bir işaret konuluş ne de şeritleri çizilmiş henüz. En az dört gidiş dört gelişli bir yol. Asfaltı da, daha yeni dökülmüş. Ama bulunduğumuz yerden o yola bir bağlantı yok. Arada az bir kısım var, tadil edilmesi lazım. Bakıyorum yolun ucu o şehre doğru yükseliyor.
Trafik işaret ve tabelalıları da yok. Geçici bir tabela koymuşlar. Üzerinde 12- 10 – 14 şeklinde rakamlar var. Altında da silik bir yazı -sanki başka biri tarafından yazılmış- var. Okumaya çalıştım başaramadım. Sanki huzur veya hurr gibi bir yazıydı.
Gence ne diyeceğimi bilemedim. Fakat trafiğe açık gibi görünen yolun ilerisindeki o tabelayı gösterdim. ‘Bu yol, çöle dökülen ve orada kaybolan ırmak gibi, seni o şehre götürmez’ dedim. Ama öteki yolun o şehre gittiğine dair de bir şey söyleyemedim. Çünkü ilerisini görmüyordum. O rakamların ne anlama geldiğini de bilemedim.
Uyanınca rüyayı kendimce yorumladım. Konuyu yazayım diye de düşündüm. O zaman olmadı.
Ben, o şehri, ‘cennet asa bahar’da gelecek neslin kuracağı saadet yurdu bildim. O güneye gidiyormuş gibi görünen ama ilerde TİH’e doğru kıvrılan yolu da Türkiye’nin batıcılık sevdası olarak yorumladı. O yeni ve geniş yol ise bizi Asya Medeniyetine götürecek yoldur ama henüz onunla bizim aramızda aşılması gereken maniler var, diye düşündüm.
O yolun tretuvarlarının oluşturulması, şeritlerinin çizilmesi, işaret ve yol tabelalarının konulması (yani yeni Türkiye’nin yapılanmasını sağlamamız) gerekiyor. İşte yeni dönemdeki yasama ve yürütmeye düşen en önemli görevin de o yol ile o şehir arasındaki bağlantıyı kurmak görevi olduğunu bildim.
O saadetli gelecek, tüm toplumu ilgilendirdiği için, hazırlayıcıları da toplumun itimadını kazanmış kimseler olmalı diye düşünüyorum. O düzenlemeler yapılırken, o yolun şeriatı konulurken behemehâl toplumsal bir mutabakat aranmalı diye düşünüyorum. Birilerine rağmen yapılacak bir toplumsal sözleşme toplumsal sözleşme olmaz çünkü. Halka rağmen ve zorla yapılan işler tutmuyor gördünüz.
Hem zaten dünya fanidir. Bugün iktidar olanlar yüz yıl da yaşasalar bir gün gidecekler. Hayırla anılmak istiyorlarsa –ki daha şimdiden hayırla anılmayı hak ettiler- milletin gönlünde taht kursunlar. Bugün mütegallibe noktasında olanlar dahi bilmeli ki yakalarını ölümden kurtaramayacaklar. Bugüne kadar siyaset yapanlar hep aç insanlardı. Halktan ziyade kendi geleceklerini öncelediler. Biliyoruz. Biliyoruz evet, ama artık ne olduysa oldu. Yenilen yenildi, içilen içildi, dökülen döküldü.
Yeni kadrolar toklardan seçilmeli. Mahza milletin bekasını esasa alacak granit adamlara ihtiyaç var. Öyle emin olmalılar ki, hem MHP’liler hem BDP’liler hem de CHP’liler, onlara çamur atmak için yol bulamasınlar. Ben böyle çok miktarda insan ve bürokrat olduğuna inanıyorum.
Öyle bir ekiple ancak, o saadet saraylarını andıran şehre yol yapabilir ve yol bulabiliriz.
Bu arada, gerek ta İstanbullardan Ankaralardan teşrif edip gelen, gerekse mesaj ve mail yoluyla yahut yazılarımın altına yazdıkları ‘yorum’larla taziyelerini bildiren dostlara teşekkür ediyorum. Allah cümlenizden razı olsun. Ve geçmişlerimize rahmet etsin. Amin!