Cengiz Han’ın 2 Saniyelik Müthiş Sırrı

Geçen hafta yazı yazmak gelmedi içimden. Şu satırları yazarken de hâlâ hevessizim! Ama bu Çarşamba da yazmazsam sevgili kardeşim İliksiz telaş edecek! Bir şeyler yazmalıyım ama ünlü Abbasi şairi Ebu Nuvas’ın dediği gibi, bazen bir beyit yazmak azı dişini sökmekten de zor oluyor.

Canım sıkılıyor, üzülüyorum ve her daim kışkırtılabilen bir toplum içinde yaşıyor olmaktan mutsuzum. “Mümin ferasetlidir”, “Mümin, bir delikten iki kere ısırılmaz” diye düşünüyorum ama bakıyorum, hep aynı basitlikteki numaralarla birbirimize düşürüldüğümüzü gördükçe sıkıntım daha da artıyor.

Özellikle geleceğimizi yakından ilgilendiren hadiselerin edvar-ı âleme arz-ı endam edişleri yüreklerimizi sıkıyor ve akıbetler konusunda bizi endişeye sevk ediyor. En azından insanın sinirleri bozuluyor. Bu işin bir yüzü!

Gelişmelerin bir diğer yüzü daha var ki millî hamaset sahibi olanları kahrediyor.

Mesela, tarihinin uzun bir diliminde bizim soframızın atıklarıyla (Kapitülasyon) beslenen ve bugünkü mevcudiyetini Kanuni’nin himmetine borçlu olan Fransa’nın, Türk milletinin haysiyetine el uzatma küstahlığı ve cüreti…

Yaklaşık 800 yıldır dost olduğumuz, iktidarı bile kendileriyle paylaşmakta sakınca görmediğimiz ama ellerine fırsat düşünce hemen düşmanla bir olup eski yurttaşlarını katletmekte beis görmemiş Ermenilerin hâlâ birtakım hayalperestlerin peşinden gitmeyi sürdürmesi…

Türkiye dâhil, tüm İslam yurtlarının hızla ve sinsice yeni bir Şii/Alevi-Sünni çatışmasına doğru götürüldüğünü ve medyamızın da buna çanak tutması…

Ve rahmetli Menderes’in vefatı –ki Türk milleti o aileye cidden çok şey borçludur-, bende tuhaf bir yılgınlığa sebebiyet verdi bugünlerde.

Yeni bir yıla gireceğimiz şu günlerde kendimi aciz, çaresiz ve gökkubbe altında gereksiz hissettim. Gönlüm yazı yazmayı yeni veballer, yeni günahlar, yeni kinler ve nefretler yüklenmekle eşdeğer buldu. İçimde geçen bir yılın muhasebesini yaptım, hüzünlendim.

Şii-Sünni çatışması olmasın diye kendimi paraladığım yazılardan payıma; beni, kızımı ve eşimi öldürmekle tehdit eden mailler-mesajlar düştü…

Şu kadar zamandır, ‘millet umudunu kaybetmesin’, ‘gelecek güzel günlerden ümidini kesmesin’, ‘hamiyet sahipleri, sabahı beklerken, yorgunluktan bitap düşüp, güneşin doğuşunu ıskalamasın’ diye çırpınıp durmama karşılık payıma düşenler, kâhinlikle itham edilmek oldu.

Siyaset stratejisi itibarıyla Türkiye’nin önünde oluşan risk ve şans faktörünü değerlendirirken, ‘Acaba şu konuda Türkiye erken bir hamle mi yaptı? İsrail ile eğer varsa –ki var- barışı denemenin de bir yolu var mı?’ diye sordum, hemen döneklik ve İsrail yandaşlığı ile suçlandım. –Yuh yani!-

Hiç kimse aklın ışığında meseleleri değerlendirmeyi denemiyor. Herkes, bulunduğu yeri dünyanın merkezi ve nirengi noktası kabullenip hadiselere öyle bakıyor. Siz eğer beyefendinin iddiasını doğrular mahiyette konuşuyorsanız, en saçma tezi savunuyor olsanız da sizi göklere çıkarıyorlar. Değilse, ayet meali bile aktarsanız, sizi hemen günah keçisi yapıyorlar.

***

Ben uzun bir müddet, kendime şu soruyu sordum:

Kur’an gibi muazzam bir hayat ve iman rehberi, aradan geçen 14 asırlık bir İslam hâkimiyet dönemine rağmen neden sadece insanlığın beşte birine ulaştırılabildi?

Bu soruyu şöyle de sorabiliriz:

Kur’an, hâlâ neden insanlığın yüzde 75’i tarafından bilinmiyor, benimsenmiyor?

***

Elbette bunun en birinci sorumlusu, bu ümmetin bağnazlığı ve fertleri arasındaki tefrikalardır.  (Buna, sonraki asırlarda fakirliğimiz de eklenmiştir.)

Bir diğer sebebi ise geçmiş asırlardaki insanlığın cehaleti; toplumların dinî önderlere körü körüne itaatleri ve insanların hakikati araştırmaya/bilmeye ihtiyaç duymuyor olmalarıydı!

Bugün çok şükür insanlıktaki cehalet azalmış, kendi dinî önderlerini körü körünü taklit sona ermiş ve insanlık hakikati araştırır duruma gelmiştir ama maalesef bizim içimizdeki bağnazlık, öfke, tefrika ve özellikle de ötekileştirici alışkanlıklarımız olduğu gibi devam ediyor. Daha içimizdeki farklı bakışlara bile tahammülümüz yokken nerede kaldı, insanlığın farklı yönelişlerini hazmedebilelim.

Sözü elbette Fransa konusuna da getireceğim ama önce şunu sorayım, İsrail, barış yolunu seçse, fitne üretmeyi bıraksa yine de ona karşı kin ve nefret beslemek yahut hayat hakkı tanımamak Kur’anî midir?

Yani Yahudi’den mi nefret ediyoruz yoksa onun cani sıfatlarından mı?

***

Fransa’nın yaptıkları beni hiç rahatsız etmedi.

Bence Fransa’ya kızmak yerine, şöyle bakmalıyız: Neden Fransa Türk milletini karşısına almaktan çekinmiyor? Bugün bir parça varlığını borçlu olduğu bir millete karşı bu kadar küstahlık yapma cüretini nereden buluyor?

Asıl bunu sorup cevabını vermek gerekir.

Tabii ki bunun cevabını tarihinizden ziyade, bugünkü konumunuz ve sıfatlarınızla cevaplayabilirsiniz. Çünkü tarihte, senin atan olan Kanuni, gönderdiği bir name ile Fransızları 75 yıl dans etmekten alıkoymuş ve Paris’te, o ferman sebebiyle insanlar yıllarca dans edememişlerdir. Demek ki Fransızlar, şimdi o utancın rövanşını almak istiyorlar. Bir şey yapabiliyor musunuz? Hayır!

Zaten onlar da buna güvenerek o küstahlığı yapıyorlar. Ona tarihten bir ferman göstermek yerine, bugün gırtlağına basabileceğin bir güç göstereceksin kardeşim. Onlar ancak öyle bir demokrasiden ve ‘özgür ifade’ hakkından anlıyorlar. Yoksa ifade ve fikir özgürlüğünün güya çıkış yeri olan Fransa’da insanlar fikir özgürlüğünü susturmak için neden kanun çıkarsınlar ki! Seni insandan saymıyor ki fikrini söylemene fırsat versin!

***

Beni şu sıralarda ne Fransa ilgilendiriyor ne Sarkisyan’ın çıkışları. Bunlar tırı vırı şeyler. Vakti gelince bir çırpıda aşarız. Hatta sizi temin ediyorum; değil Türk siyasetçilerinin gidip Ermeni anıtı önünde diz çökmesi, aksine Ermenistan en fazla 12-15 yıl sonra Türkiye’nin himmetini üzerine çekmek için diz çökecektir. Bugün dahi Türkiye’de kaçak çalışmalarına göz yumulan ‘Ermenistan vatandaşlarıyla ilgili alacağı haklı bir karar bile Ermenistan için ciddi bir sıkıntı teşkil eder.

Tüm bunların öncesinde benim kardeşim ile barışık olmam gerekiyor. Ümmeti Muhammed’in (asv) en azından birbirini anlaması gerekiyor. Devletlerimizin sınırları devam etse de kalplerimiz arasına çizilmiş sınırların kaldırılması gerekiyor.

Sünni, bilmeli ve kabul etmeli ki Alevi ve Şiilerdeki ‘Ehli Beyt muhabbeti’ dahi tek başına onları ‘Müslüman kardeşlerimiz’ bilmemize yeter de artar bile. Çünkü Bediuzzaman’ın da işaret ettiği gibi, şu muhabbet onları küfr-i mutlaka düşmekten ve münkir olmaktan alıkoyan muazzam bir sırdır.

Keza onlar da artık kabul etmeli ki Hz. Hüseyn (ra)’ı hunharca şehit etmiş olanlar, bu Sünniler değildir.

Bu algılardan bir an önce kurtulmak zorundayız. Zira bugün bizi diğer milletler karşısında mağlup ve mazlum duruma düşüren en birinci sebep, cehalet ve onun neticeleri olan tefrika ve atalettir.  Bütün bunların temelinde ise iman zafiyeti var. Evet, bugün İslam dünyasının en birinci problemi iman zafiyeti, ikinci en büyük problemi ise tefrikadır.

Ne demiş Akif:

Girmeden tefrika bir millete düşman giremez/ Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez!

İşte bunu düşmanlarımız da biliyor. Biliyorlar ki Müslümanlar en azından fikirde birlik ve beraberlik oluştursalar, bu toprakları istedikleri gibi sömüremeyecek ve bizi fakr-u zarurete mahkûm edemeyecekler. Ama ediyorlar işte.

Çünkü geçmişte yaşanmış birtakım acıları sürekli canlı tutuyorlar. Her yıl Kerbela olayları daha dramatik bir şekilde işlenerek, bir taraf diğeri karşısında suçlu ilan ediliyor. Maraş ve Sivas olayları gibi –ki bugün her ikisinin de gizli elerin işi olduğu anlaşılmaya başladığı halde– hakikaten yüreklerimizi yakan meseleleri, birilerini suçlar vaziyette aktarmak ve sürekli işaret parmağıyla Sünnileri –Ahmet Hakanda geçen gece Tarafsız Bölge’yi tüm taraflılığı ile bu kini büyütmek için kullandı- göstermek sadece tuzak kurucuların -yani avcıların- amacına hizmet ediyor.

İşte Amerika, Irak’ı bir kan gayyasının başına kadar getirip bıraktı. Bakalım kurbanın boğazına bıçağı ilk kim çalacak. Çünkü herhangi bir hareket, insanların birbirine girmesine yetecek.

Suriye aylardır kendi halkını katlediyor. Dünyaya gösterilen bu! Ama oradaki iktidarın elinde de masum askerleri hayvan gibi boğazlayan güya İslamcıların görüntüleri var.

Maalesef, oyun kurucular çok iyi oynuyorlar. Adamlar istedikleri zaman içimizden birilerini Hasan Sabbah, ve Üsame Bin Ladinyapabiliyorlar. Ve gariptir ki bu insanlar işledikleri cinayetlerle Hakka hizmet ettiklerini sanıyorlar!

İşte bu durum, bütün mafsallarımı bloke ediyor. Hevesimi kırıyor, umutlarımı yıkıyor. Yani ‘tefrika efendi’nin her daim, içimizde tetikçi bulması cidden insanı derin bir yılgınlığa itiyor. İtiyor ama ehli hamiyete de tam bu zamanlarda görev düşüyor.

Suriye’de baskılara dayanamayıp iktidarın yaptıklarını masum ve meşru göstermeye çalışan –belki de mecbur bırakılan- büyük âlim İmam el-Butî’nin –ki Bediuzzaman’ın yaklaşımından da haberdar Sünni bir alimdir- iktidar karşısında verdiği kötü sınavına karşılık; Irak’taki Mukteda el-Sadr’ın ve Sicistanî’nin, Irak Başbakanı Maliki’nin kışkırtmalarına karşılık Şiileri, ‘siyasetçilerin amacına hizmet etmemeleri konusunda’ uyarmaları o hamiyetli çalışmalar arasında sayılabilir.

Ben Türkiye’den de aynı hassasiyetleri bekliyorum. Davutoğlu tüm kışkırtıcı ve tahrik edici olaylara rağmen, Şii dünya ile ‘sıfır problem siyaseti’ni sürdürmelidir. İslam dünyasına yönelik çabalara onları da dâhil etmelidir. Çünkü Batı, Türkiye’yi yeni gidişattan koparmak için ona yeni konuşlandırma dayatıyor şu günlerde. ‘Komşularla sıfır problem’ politikasını akim bırakmak istiyor.

Ben dostlukların daima tek taraflı sürdürüldüğü kanaatindeyim. Eğer siz bir insanın dostluğunu istiyorsanız, onun için fedakârlık yapacaksınız. Bugün, İslam kardeşliği adına bu fedakârlığı, Türkiye’ye düştüğüne inanıyorum. Türkiye dişini sıkmalı ve fıtri dostlarını yananda tutmalı. Çünkü önümüzde muhteşem bir istikbal var. O istikbalin olmazsa olmazı, mukaddimesi Müslüman halklar birliğidir. Bu mukaddime gerçekleşmedikçe o istikbal de gelmez. Onun hatırı âlîdir. Zaten İslam düşmanları da o istikbal gelmesin diye bunca fitneyi üretiyorlar!

Ama İslam ağacı yeniden çiçek açacak mevsime girdi. Allah nurunu tamamlayacak. Tabii ki birileri, kurusun diye köklerine tefrika suyu dökecekler. Bize düşen sabır ve itidaldir. Ta ki niyetinin hak olduğunu kardeşi de bilsin. Çünkü o cennet-âsâ gelecek için, ne fedakârlık yapılsa azdır!

Bir dostu, bir gün Cengizhan’a nasıl olup da tüm savaşları kendisinin kazandığını, sormuş. Cengizhan ona parmağını uzatmış:

‘Şimdi sen benim parmağımı ısır ve sen de uzat ben senin parmağını ısırayım.’ demiş.

İkisi karşılıklı birbirinin parmağını ısırmaya başlamışlar. Sonunda Cehgizhan’ın dostu ‘yeter’ deyip pes etmiş.

Cengizhan demiş ki ‘İşte bu yüzden hep ben kazanıyorum. Eğer sen bir iki saniye daha dayanıp sessiz kalabilseydin, ben bırak diyecektim. Ama sen iki saniye daha sabredemediğin için sen bırak dedin.’ demiş.

Kıssadan hisseyi çıkarmak size kalsın!

Hakkında Mehmet Ali Bulut

1954’te Gaziantep’in İslâhiye ilçesinin Kerküt köyünde doğdu. İlkokulu burada tamamladı. Gaziantep İmam Hatip Lisesini ve ardından Gaziantep Lisesini bitirdi. 1978 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap ve Fars Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nden mezun oldu. Aynı Fakülte’nin Tarih Bölümünde doktora tezi hazırlamaya başladı. 1979 yılında Tercüman Gazetesi’ne girdi. Tercüman Kütüphanesinin kurulması ve kitapların tasnifinde görev aldı. Birçok kitap ve ansiklopedinin yazılmasına ve hazırlanmasına katkıda bulundu… Daha sonra gazetenin, haber merkezi ve yurt haberlerinde çalıştı. Yurt Haberler Müdürü oldu. Köşe yazıları yazdı… 1991 yılında Haber koordinatörü olarak Ortadoğu Gazetesi’ne geçti. Bu gazete 5 yıl süreyle köşe yazarlığı yaptı. Yeni Sayfa ve Önce Vatan Gazetelerinde günlük yazıları ve araştırmaları yayınlandı. 1993 yılında haber editörü olarak İhlas Haber Ajansı’na girdi. Kısa bir süre sonra ajansın haber müdürlüğüne getirildi. Mahalli bir ajans konumundaki İhlas Haber Ajansı, onun haber müdürlüğü döneminde Türkiye’nin ve Ortodoğu’nun en büyük görüntülü haber ajansı konumuna yükseldi. 1997 yılında İHA’dan ayrılmak zorunda kaldı. Bir grup arkadaşıyla birlikte Veri Haber Ajansı’nı kurdu. Finansal sıkıntılardan dolayı Ajansı kapattı. 1999 yılında BRT Televizyonuna girdi. Haber editörü ve program yapımcısı olarak görev yaptı. 2001 Mayısında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Basın danışmanlığına getirildi. 3 yıl bu görevde kaldı. Bir süre Ali Müfit Gürtuna’nın basın ve siyasi danışmanlığını yaptı. Turkuaz Hareket’in mantalitesinin oluşturulmasında büyük katkısı oldu. Bugün Gazetesi Yurt Haberler müdürü olarak çalışan Bulut, emekli ve sürekli basın kartı hamilidir. Eserleri: Karakter Tahlilleri, Dört Halifenin Hayatı, Geleceğinizi Okuyun, Rüya Tabirleri, Asya’nın Ayak Sesleri, Ansiklopedik İslam Sözlüğü, Türkçe Dualar, Fardipli Sinha, Derviş ve Sinha, Ruhun Deşifresi, Gizemli Sorular, Ahkamsız Hükümler, Can Boğazdan Çıkar, Sofra Başı Sağlık Sohbetleri gibi yayınlanma aşamasında olan çeşitli eserleri bulunmaktadır. Roman ve Hikaye: Mehmet Ali Bulut’un Roman türünde yazılmış Fardihli Sinha, Derviş ile Sinha adında iki romanı ve aynı serinin devamı olarak Zu Nima ve Fardipli Sinha 2 ve Fardipli Sinha 3 tamamlanma aşamasındadır. Diğer çalışmaları: Çeşitli dergilerde yayınlanmış çok sayıda makalesi, şiirleri bulunan Mehmet Ali Bulut son dönemdeki yazılarını haber7.com’da yayınlamaktadır. Bulut evli ve bir kızı vardır.

Ayrıca Bakınız

Çanakkale Geçilmedi…

Elhamdülillah, bu millet bir kez daha Çanakkale’nin geçilmez olduğunu gösterdi. Bir kere daha, bu millet, …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir