Bir gün eshab, Hz. Peygamber ile birlikte oturuyordu…
Bir gürültü koptu. Herkes merak etti. Ama sesin hangi yandan geldiği bir türlü anlaşılamadı.
Dostlarının çokça merak ettiğini gören Peygamber Efendimiz (asv), bu merakları gidermek için:
“Duyduğunuz, yetmiş yıldır cehenneme doğru yuvarlanıp giden bir taşın dibe vurmasının sesiydi…”
Bu izahtan eshab pek bir şey anlamaz ama, onlar kendilerine verilen kadarını alma edebine sahiptiler… Sustular…
Beş dakika sonra bir sahabi mescidin kapısından içeri girdi ve
-Ya Rasulallah, yetmiş yaşındaki filanca yahudi -ki o zat İslam’a en şiddetli düşmanlığıyla tanınıyordu- öldü…
Eshab, o an Alemlerin Efendisi’nin, “Yetmiş yıldır cehenneme yuvarlanan taş” benzetmesiyle neyi kastettiğini anladılar…
* * *
Biz nebi değiliz. Bizim gayb-aşina nazarlarımız da yok. Ama biz de zahire bakıp ona göre hükmederiz…
Evet konumuz Aziz Nesin…
Aziz Nesin’in asıl adı Mehmet Nusret. Anlaşılan bu iki güzel ismi kendisine yakıştıramamış. İsabetli de etmiş…
Adını taşıdığı büyük zatın harim-i ismetine dil uzatacak kadar dejenere olmuş birinin onun ismini taşıması ahlaksızlık olurdu. Bu yöneyle onu kutlamak gerekir…
Efendim, Aziz Nesin… Asker kökenli. Askeri okullarda okumuş. Üsteğmenlik yaparken, görevini kötüye kullanmak ve suistimal’den ordudan atılmış.
Bu, “kötüye kullanma” ve “suistimal” huyunu o tarihten sonra da hep sürdürdü…
Ordudan atıldıktan sonra bakkallık yaptı. Beceremedi, gazeteciliğe başladı. Bu arada kendisine kucak açacak insanlar buldu. Onların omuzuna çıkarak kendisine bir yer açtı. Sonra bir kitabevine ortak oldu ve derken müstakil olarak yazarlık yapmaya başladı…
Küfürü edebiyata aktarmada ustaydı. Türkçeyi kullanmada ise berbat. Nitekim geçtiğimiz yıl Atatürk Üniversitesi’nde Türk edebiyatı ve edebiyatçıları ile ilgili yapılan bir bilgisayar çalışmasında Aziz Nesin, “Türkçeyi en kötü kullanan yazar” çıkmıştı…
İşte bu kötü yazarın eserleri, çokça satınca Aziz Nesin, kararını verdi:
-Bu millet aptal!
Neden!. Çünkü kendisi de bir halt olmadığını biliyordu. Buna rağmen bir kesimin onu omuzlarda taşımasına içten içe gülüyordu…
Böylece, “kötüye kullanma” itiyadını bir kere daha tekrarladı. Daha önce askerliği suistimal etmişti, şimdi de kendisini sevenlerle alay ederek sadistçe tatmin oluyordu, “Siz aptalsınız” diyerek.
* * *
Aziz Nesin, her fani gibi öldü… Hem de verdiği “ölmeyeceğim” taahhüdüne rağmen!
Malumunuz, Nesin, öldükten sonra cesedinin bir çöplüğe atılmasını vasiyet etmişti. Sonra bundan vazgeçti, yakılmasını istedi. Onda da karar kılamadı, “Beni Çatalca’daki vakfımın bahçesine gömün” dedi.
Tabii buna da Bakanlar Kurulu izin vermeyince Nesin, “Ben de bana bu izni verecek bir hükümet kurulana kadar ölmeyeceğim” dedi…
Ve böylece kendisine inananları bir kere daha aldattı…
Ömrü aldanış ve aldatışlarla geçti. Önce kendisini aldattı. İnkarı ve küfrü meslek edindi… Kendisini ebedi zannetti. Hesap günün gelmeyeceğini sandı… Aldandı… Bu aldanışla herkesi de aldatabileceğine inandı…
Ve 80 yıllık bir aldanışla yuvarlanıp gitti. Tıpkı Hz. Peygamber’in teşbihinde olduğu gibi…
Şimdi kendisine inananlardan beklediğimiz bir dürüstlük var. Bari bir kere dürüst hareket etmiş olsunlar. Onun vasiyetine kulak versinler.
Ne diyor vasiyetinde:
“Kesinlikle cenaze töreni ve gazetelerde ölüm ilanı istemiyorum. Hiç bir mezarlığa gömülmek istemiyorum. Vakfın bahçesine gömüleceğim zaman, burada, Nesin Vakfı çocuklarının hiç biri vakıfta bulunmamalı. Gömüldüğüm yer mezar biçimine getirilmesin, taş dikilmesin. Gömülmeden önce cesedim tıp öğrencilerince kadavra olarak kullanılsın. Cesedimi en yakın devlet hastanesine veya araştırma hastanesine bağışlıyorum”.
Evet, adamın istediği bu. Ona inananlar sevgilerinde samimi iseler bunları yerine getirmeliler…
Mamafih, Nesin’in ruhu, başına gelecekleri hissetmiş olmalı ki, taleplerini böyle sıralamış. Çünkü o “Allahu Taala sizin Allahu tealanız. Benim Allahu tealam yok ki” diyordu… Ve şimdi onun huzuruna gitti. O’nun huzurunda “yüzü karaların” tek temennisi var:
“-Keşke toprak olsaydık!”
Aziz Nesin’in anlaşılıyor ki rahmete ihtiyacı yok… Zaten kimse de ona rahmet okumadı sanıyorum…
Belki toprak olmak isterdi ama, nasıl ölüme mani olamadıysa toprak olmayı da beceremeyecektir! Belki toprak bile bu cesedi kabul etmeyecektir…
Fakat şunu teslim etmeliyiz ki Nesin, istikrarlı bir dinsizdi. Yalpa yapmadı. Belki bu tarafıyla Cehennem’de kendise müstesna bir yer edinebilir…
Evet, ölüm öldürülemiyor. Ondan kaçılamıyor. Ölüm, ona inananları da inanmayanları da birer birer kendi tuzağına düşürüyor… İnsanlar belki hür oluyorlar ama Allah’ın kulu olmaktan kurtulamıyorlar…
* * *
Aziz Nesin de bir “kul”du. Kulluğun hükmünü yerine getirmediyse de bir kul!. Şimdi varlığını kabul etmediği Allahu Teala ile başbaşa. O, nasıl muamele eder, O’na kalmış. Orası artık bizi ilgilendirmez.
Beni ilgilendiren bir şey var. Daha doğrusu korktuğum bir şey!
Ya birileri çıkıp da -mesela Hikmet Çetinkaya- Nesin’i de “kökten dincilerin” öldürdüğünü söylerse!.
Mamafih duyduğumuza göre, meseleye “kökten dinci melekler” karışmış. Canını onlar almış…
Bir başka rivayet ise, nesinin kitap imzalama kampanyasının son müşterisi Azrail olmuş. Nesin yaptığı kışkırtmalarla Sivas’ta sebebiyet verdiği olayların yıldönümünde ölseydi bu iş mutlaka dindarların üzerine atılırdı. Ama ilginçtir, Sivas’ın intikamı sayılan “Başbağlar Katliamı”nın yıldönümünde öldü. Garip tesadüf!
Eh ne diyelim… Kişi sevdikleriyle haşrolur. Ne ektiyse onu biçer…
Allah dışındaki her şey kuru bir hevesten ibarettir… Bu toprak altında ne şirinler var ne şirinler. Hepsi unutulup gitti… O da öyle…
Mete Buluthan