Üniversiteler bir toplumun beynidir.
Liderlerin toplumlarına çizdikleri ufuklar, bu kurumlarda üretilen bilgi ve tekniklerle imkan sahasına indirgenebilir…
Arkasında geniş bir kültürel doku ve bilgi birikimi olmayan toplumların güçlü devletler kurmaları mümkün değildir…
Abbasilerin arkasındaki güç, islam sahasının şurasına burasına serpilmiş medreselerdi. Keza Selçukluları, Selçuklu yapan Nizamiye Medresesi’di…
Tamamen ilmi gerçeklerle yönlendirilmiş bu medreselerde hariçten bir müdahale asla mümkün olmazdı. Ne zaman Saray medreseye müdahale etmişse bilimsel faaliyetler kadük kalmış ve zaman içinde devlet zaafa düşmüştür…
Keza Endülüs Medeniyeti varlığını, döneminin en itibarlı üniversitesi olan Gırnata Medresesi’ne borçludur. Bu medresenin çöküşü de siyasilerin müdahaleleriyle olmuştur…
Osmanlı, oluşum safhasında islam dünyasının bütün yetişmiş beyinlerinden yararlanmış, bütün bilginler Osmanlı başkentlerine getirtilerek onlardan istifade edilmiştir. Daha sonra bu bilginlerin çevresinde Sahnı Seman gibi dev medreseler oluşmuştur…
* * *
Türkiye cumhuriyeti malesef kendi üniversitelerini kuramadığı için ne doğru dürüst bir politika üretebiliyor, ne özgün bir sanat geliştirebiliyor ne de Türkçesiyle felsefe yapılabiliyor…
Teknoloji ve bilim üretimine gelince… Kelimenin tam anlamıyla fukarayız…
Ülkemizde geleneği olan tek üniversite İstanbul Üniversitesi idi. Daha çok Edebiyat ve Hukuk üzerine tessüs etmiş olan Darülfünun, kendi geleneğini herşeye rağmen 1945’lere kadar sürdürdü. İkinci dünya savaşından sonra Almanya’dan ülkemize gelen bazı batılı bilim adamlarının da katkısıyla bu gelenek daha da güçlendi…
Özellikle Şarkıyat araştırmaları bakımından İstanbu Edebiyat Fakültesi bir merkez durumuna geldi.
Askeri Tıbbiye de geleneğini sürdüren fakültelerimizdendir.
Ancak, daha sonra siyasi mülahazalarla sayısız üniversiteler açıldı. Üç üniversiteye yetmeyecek öğretim üyeleri, 15 fakülteye dağıtıldı. Belli merkezlerde yoğunlaşmış beyinler dağıtılarak yeni bir yapılanma sağlanabileceği sanıldı.
Ama aksine, bu insanlar, gönderildikleri yerlerde bilimsel araştırma yapacak imkanlardan mahrum kaldıkları için gün geçtikçe zayıfladılar. Geleneği bulunan üniversiteler de kadroları dağıtıldığı içinçekiciliğini kaybettiler…
* * *
Hele YÖK kurulduktan sonra, Üniversiteler, liselere döndü. Rektörlük ve dekanlık atamaları siyasi çekişmelere sebep oldu. Bilim adamları politize olarak bilimsel çalışmaları bir yana bıraktılar.
Çünkü, bu mevkilere atanmanın bilimsel yeterlilikten çok, şu veya bu partiye yakın olmakla endeksli olduğunu gördüler…
Sonuçta da bilimsel çalışmkalar tamamen durdu. Üniversetiler, yapılanmada, siyasi yakınlığı, bilimsel yeterlilikten daha ehemmiyetli bir kıstas olarak benimsedi… Böylece zaten olmayan bilimsel çalışmalar tamamen durdu…
Bugün sayıları binlere varan prof ve doçentimiz var. Araştırın, özgün bir çalışmaya veya yeni bir buluşa yol açacak bir etüde rastlayamayacaksınız…
Türkiye’de prof olmanın yolu, batılı bir bilim adamının eserini Türkçeye çevirmekten geçiyor… Özgün hiç bir çalışma yapmamış, yılda üç makale bile yayınlayamamış sayısız prof bulursunuz…
Nitekim, geçtiğimiz günlerde Erzurum Atatürk Üniversitesi’nden bir “avaz” yükseldi… Bu adeta bir imdat çığlığı gibiydi… Ve Üniversitelerimizin bittiğinin işaretiydi…
Çünkü bir profesör, proflardan hesap sorulmasını istiyordu.
Bu, malesef üniversitelerimizin içine düştüğü durumu net gösteriyor. Oysa biz yıllardır Üniversitenin özerkliği için çabalıyoruz. Şimdi bir bilim adamı ‑Atatürk Ün. Fen‑ Edebiyat Fakültesi Kimya Bölümü Başkanı ve aynı zamanda YÖK Fen Bilimleri Komitase üyesi Prof. Dr. Metin Balcı‑, profesörlerin çalışmalarını kontrol edecek bir komüsyonun kurulmasını istiyor…
Balcı, üniversitelerimizin hiç bir bilimsel çalışma üretemediğini belirterek böyle bir talepte bulunuyor… Ama eminim onu hiç kimse duymayacak ve kale almayacaktır…
Neden derseniz, bizim politikacıların bilim üretme gibi bir kaygıları yok… Onların tek kaygıları var:
Üniversitelerde namaz kılan öğretim üyelerinin ayıklanması, mason olmayan idarecilerin çeşitli katakulilerle işten el çektirilmesi, Dumlupınar Üniversitesi’nde olduğu gibi “Ben burayı dincilerden temizlemek için geldim” diyen rektörlerin cımbızla aranıp bulunması gibi herzelerdir…
Bir seyyar satıcının, profesörden daha çok kazandığı, bilimin hiç bir öneminin bulunmadığı, köşe dönücülüğün en büyük marifet olduğu, bir ülkede, sanırım porflarla doçentlerin de arpalık veya rant kapmaktan başka gayelerinin olmaması tabiidir…
Taha Akyol da, “bilgi toplumunu yakalamak” diye yırtınsın. Bu gidişle nah yakalarsınız…
Olsa olsa, hep birilerinin çelme atmasından yakınan üçüncü sınıf bir ülke.
YÖK kurulup da üniversitelerin liselere dönüştürülmesinden sonra Üniversitede kalmanın bir matah olmadığını anlayarak doktoramı yarıda bıraktım.
Bugün akranlarımın çoğu profesör. Ne yazık ki hiç birinin özgün bir çalışmasını hatırlamıyorum…
Bir iktidarın temeli bilimsel çalışmalarla desteklenmiyorsa, bir toplum bilim üretemiyorsa geleceğe ümitle bakma şansına ve hakkına sahip değildir. Böyle toplumların sonu sefalettir, acizliktir, işgaldir, boyunduruktur.
Bu hale geldikten sonra kaderden şikayet etmek ise ahmaklık… Üniversitelerimize bakınca gelecek konusunda endişeye düşmemek mümkün değil…
21. yüzyıla üçüncü sınıf bir ülke olarak girmekte olduğumuz bir vakıa. Benim endişem bu yüzyılı da aşağılanmalar ve hayıflanmalarla geçireceğimiz…