Cumhuriyeti kuranların bizce yaptıkları en büyük hatalardan biri soyadı kanunu oldu.
Size tuhaf gelebilir ama, diğer yapısal değişikliklerin hiç biri, soyadı kanunu kadar bizi tahrip etmemiştir…
Bu düşünce beni zaman zaman kuşatmıştır ama önceki gün Milleyet Gazetesi’nde yayınlanan bir fotoğrafı görünce, sanki yıllardır savunduğum bir tez ispatlanmış gibi sevindim…
Aslında gördüğüm fotoğraf, Türkiye için utanç verici… Ama beni sevindirdi. Tezimi gündeme getirmek için ciddi bir delil bulmuştum.
Şimdi, yeniden başa dönmek üzere size bir hikaye anlatacağım…
Ağalığın-beyliğin revaçta olduğu bir dönemde, İslahiye ovasında bir beyoğlu, bir kıza aşık olmuş… Ve bir gün babasının huzuruna çıkıp baba ben filanca kızı istiyorum, onu benim için ister misin, demiş…
Soylu ve köklü bir aileden gelen bey baba, oğlunu uzun uzun süzdükten sonra:
“Oğul” demiş, “Belimi kırdın. Sana hayır desem, sen gücenirsin, evet desem, dedelerimin kemiği sızlar”.
Oğlan şaşırmış… Bu işin niye bu kadar müşkil bir hal aldığına akıl-sır erdirememiş… Suskun bir vaziyette babasından gelecek evet veya hayırı beklemeye koyulmuş…
Babası, bir süre daha düşündükten sonra:
“Gel oğul bu sevdadan vazgeç. Sana başka bir kız bulalım” karşılığını vermiş…
Çocuk huzurdan ayrılmış ama için için yanmaya devam etmiş… Bir süre sonra yeniden babasının huzuruna çıkıp el-pençe divan durmuş ve talebini tekrarlamış…
Baba yeniden “hayır” cevabını verince, delikanlı babasından bu hayırın gerekçesini sormuş… Baba, kızın anneannesi ve onun anneannesiyle ilgili bir iki anekdot aktardıktan sonra, “Oğul, bu kız bizim kapıya yakışmaz. Asırlardır soylu ve iffetli devam etmiş bu kanı senin hatırın için şaibeli duruma getiremem” demiş…
Delikanlı babasına itiraz etmiş: “Onların yaptığı bir hatanın ceremesini niçin bu kıza yüklersin… Onun ne günahı var. Onlar öyleydi diye niçin bu da böyle olsun”.
Baba gerisinde büyük tecrübelerin bulunduğu bir eda ile sakalını sıvazlamış ve oğluna:
-Peki oğul, sana o kızı alacağım ama vebali sana aittir! demiş…
Derken kız istenmiş ve düğün-dernek kurulmuş. Kına gecesi kervan düzülmüş ve kızın köyüne gönderilmiş…
Aksilik bu ya, o gece şiddetli bir yağmur yağmış ve Karasu taşmış…
Ertesi gün düğün alayı, gelini alıp yola düzülmüş. Derken Karasu’nun kıyısına varmışlar… Kervanın önündeki deve (Pişdar) bir türlü suya dalmıyormuş. Saatler boyu, uğraşmışlar ama hayır, hayvan Nuh diyor peygamber demiyormuş…
Sonunda Beyin yaşlı kahyası meseleye el koymuş: “En arkadaki deveyi bir getirin hele. Tahminim o geçebilir” demiş. Deveyi getirmişler. Deve öyle zayıf, öyle lağar ki nerede ise sırtındaki yükü zor götürüyor….
Deveyi, kervanın önüne katmışlar. Hayvancağız suyun kenarına gelmiş, şöyle bir baktıktan sonra suya dalıvermiş… Ve kervan karşıya geçmiş…
Damadı almış bir merak… Kahyayı çağırtmış:
“Kahya” demiş, “Sen o devenin geçebileceğini nasıl bildin” Kahya ağasından daha bilgili olmanın getirdiği bir grurla:
“Efendim” demiş, “O deve gerçi zayıf ve takatsizdir ama, onun annesi, anneannesi, babası hep ‘pişdar’dılar… Kervan başı idiler. Ne de olsa o da onların kanını taşıyor diye düşündüm ve haklı çıktım…”
Çocuk, o anda, babasının ne demek istediğini anlamış ve hemen kervanı yüzgeri etmiş…
Bu, bizim oralarda asalet üzerine anlatılan hikayelerden sadece biri…
* * *
Şimdi gelelim asıl konumuza… Benim gördüğüm fotoğrafta, Sayın Erdal İnönü -Erdal Bey’in siyasi yönüyle uyuşmadığımı okuyucularım bilir- tek başına partisine ayrılan sıralarda oturmuş, oylamanın yapılmasını bekliyordu…
Onun bu asil, sorumluluk ifade eden davranışı karşısında saygıyla eğildim. Onun şahsında babasına da soyuna da muhabbet duydum…
Ama bir taraftan da büyük üzüntü duydum. Şu soyadı kanunuyla neleri kaybettiğimizi düşündüm…
Bizim böyle soylu nice köklü ailelerimiz vardı. Soyadı kanunuyla önce onların soy isimlerini, ardından da asaletlerini yok ettik…
Sap ile samanı birbirine karıştırdık. Asırların oluşturduğu aristokrat aileleri bir çırpıda yerin dibine batırdık… Bugün de oturmuş, Meclis’imizin haline ağlıyoruz…
Bilirsiniz, insanlar turist olarak gittikleri yerde daha rahat hareket ederler. Neden, çünkü çevre ve toplum kontrolü kalkmıştır, “aa filana bak filana” diyecek kimse yoktur.
İşte bunun gibi “mensubiyet fikri” de insanlara bir oto kontrol getirir. Kişi, ailesinin şerefini düşünerek “Bu bize yakışmaz” der ve yabpebileceği yanlışlıklardan kendini fırenler…
Evet Soyadı Kanunu ile insanlarımızı bu oto kontrollerden mahrim ettik… O sayede Çingeneler asil oldu, asiller çingene… Bugün ise kimin ne olduğu bille değil. Milletvekillerimiz de Meclis’te yabancı bir şehire gitmiş turistler gibi davranıyor…
* * *
Demokrasi güzel şey. İnsanların hür olması, fikirlerini rahat söyleyebilmesi, yeteneklerini istediği gibi inkişaf ettirmesi güzel bir olay. Ama bütün bu nimetlerle birlikte soylu ailelerimizi ve onalır asaletlerini korusaydık ne olurdu…
Bakın şu Meclise! Muhtar bile olması sakıncalı olan bir yığın insan milletvekili olmuş… Paranın ve maddi gücün belirleyici olduğu bir ortamda, asaletin hesabını kim sorar…
Ah dedemin kemikleri! Kimbilir nasıl sızlıyorsun!…
Birinci Meclisle hep övünürüz.
Sanırım öyle bir meclise yer yüzünün çok az milleti sahip olmuştur… Onlar, halkın bizzat kendi aralarından seçip Ankara’ya gönderdiği ankalardı. Kökleri belli, millet hesabına geçmiş hizmetleri belli, soyları belli…
Şimdi ise “devletten çalmayan işadamı mı var” diyenler, geçmişte devleti yıkmak için silahlı eylemlere girişmiş olanlar, ihanetleri tescilli ailelerden gelenler, ticareti, devleti söğüşlemek sananlar…. hasılı para sahibi olmaktan başka marifeti bulunmayanlar Meclis’i doldurmuşlar…
Yasa çıkarmak ne umurlarında, milletin hakkını düşünmek ne umurlarında, devletin bekası ne umurlarında… Onlar milletvekili olmak için harcadıkları milyarları on kat, yüz kat olarak milleten çıkarmanın hesabını yapıyorlar…
Tabii ki, bu sözlerimizi bilcümle vekillere teşmil etmek hem haksızlık, hem insafsızlık olur… Çünkü hala orada Erdal İnönü gibi babasının asil kanını taşıyan insanlar var…
Elbette baba İnönü’nün yaptığı her icraatı temize çıkarmak gibi bir çabamız yok. Ama kimse onun, devlet adamlığına söz söyleyemez…
Ve görüyoruz ki, aynı kan Erdal Bey’de de mevcut. Beni çok duygulandırdı…
Bilmiyorum bu düşüncelerimde aşırıya mı gittim… Demokrasinin getirdiği nimetlere nankörlük mü ettim.
Bilmiyorum ama, onu orada tek başına otururken görünce, hislendim, geçmişteki satvetli günlerimizi andım. Bir zamanlar bizim de soylu ailelerimiz vardı. Adıyla-sanıyla, her an milletinin uğruna öne atılacak kadar soylu aileler, cedler-atalar…
Hepsini rahmetle yad ediyorum…