Üniversite imtihanına girip de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni kazandığımı öğrendiğimde buruklukla sevinci bir arada yaşamıştım.
Puanım, toplumda hatırı sayılır yerlere girmeme yettiği halde, yanlış sıralama -ilk defa o yıl bu sistem devreye girmişti- ile edebiyat fakültesini kazanmam bende burukluk yaratmıştı…
İstanbul’a gelecek olmam ise sevinç!
İstanbul, hayalimdeki saadet beldesiydi. Bir masaldı, ulaşılması zor, hatta imkansız bir düşler yurduydu… İşte şimdi en azından dört yılım bu kutsanmış yerde geçecekti…
Gelip kaydımızı yaptırdık ve bismillah deyip üniversiteye başladık. 12 Mart muhtırasını henüz yeni geride bıraktığımız için öğrenci hareketleri yoktu. Bundan istifade İstanbul’un altını üstüne getirdim.
Şu tiyatro senin bu sinema benim. Birgün Çınaraltı’nda, birgün Emirgan’da diğer gün Erenler Kahvesi’nde bir diğer gün Küllük ve Koska kıraathanesinde…
Geceleri nerde meşk varsa oradaydım. Türk sanat musikisi favorimdi… Her pazar AKM’de Nevzat Atlığ hocanın şefliğindeki Devlet Korusu’nun muhteşem ziyefetine katılır ve esrük bir vaziyette çıkardım. Cumartesi günleri de Harbiye Şehir Tiyatrosu’nda Muzaffer Birtan-Radife Ertan yönetimindeki radyo korosunu dinleyerek mest olurdum…
Tabii bu arada şiir denemeleri ve sabahlara kadar süren edebiyat sohbetleri…
Buna rağmen, teknik bir okula gitme arzumu da yenememiştim. İkinci yıl tekrar sınavlara girdim ve Erzurum Ziraat Fakültesi’ni kazandım. Durumu babama aktardım ve Erzurum’a gideceğimi söyledim…
Ve o köylü adam bana hayatımın dersini verdi:
-Erzurum’da ne yapacaksın? İstanbul’da kal. Okulu bitiremezsen bile orada dört yıl kalmak, seni bir kaç fakülte okumuş kadar zenginleştirir…
Ve kaldık İstanbul’da, bu sonu gelmeyen masalı, bu muhabbeti dilden düşmeyecek şehri, bu asla bitmeyen muhteşem düşü yaşamaya koyuldum. Artık, bir Dersaaded düşkünü idim…
Günler aylar ve yıllar böylece geçti… Derken fakülte bitti. Geçinme endişesi ve hayat kaygısı gırtlağıma bir düğüm gibi oturdu. Bir yandan doktora çalışmalarımı sürdürüyordum, bir yandan da yeni başladığım Tercüman gazetesinde bana verilen işleri yürütmeye çalışıyordum…
Çalışma hayatı… Önce doktora çalışmalarım tavsadı. Ardından o bildiğim, zevk alarak yaşadığım dünya ile irtibatım kesildi…
Hayatım artık, sabah 8.00, akşam 21.00, Tercüman’ın kitaplığında geçmeye başlamıştı… Ne fasıllar vardı, ne meşkler… Arasıra şiir dergilerine yolladığım şiirler dışında bu büyülü dünya ile ilgili bağlarım yok olup gitmişti…
Daha sonraki gaileler, o tek bağı da koparıp gitti. Artık bu şehirde, sadece yiyip içen ve çok nadir, Sahaflar Çarşısı’na inip kitap karıştıran bir çağdaş Kunta-Kinte olmuştum…
Önce coşkularım öldü. Sonra içimdeki çocuğu yitirdim ve ardından yaşayan bir robota döndüm… Ve tam 12 yıldır bir musiki meclisine, bir şiir sohbetine, yerenler dergahına katılmadan, bir tiyatronun kapısına baş uzatmadan yaşayıp gidiyordum…
Eşimin zaman zaman “Sen artık tanıdığım insan değilsin. Hayatın hiç bir sosyal alanıyla ilgilenmiyorsun. Sinemaya tiyatroya gitmiyorsun. Sen bunlarsız yapamazdın sana ne oldu?” gibi yüklenmelerini hep ustalıkla bertaraf ediyordum…
Ama geçenlerde Emlak Bank’ın halkla ilişkiler uzmanı sevgili Fatma Vardar kardeşimin, beni bir ziyafete davet etmesiyle, İstanbul’un o kaybettiğim yüzüne bir kere daha tanık oldum…
Beni, Aya İrini’de Kudsi Erguner yönetimindeki “Gazeller” sofrasına davet ediyordu. Eşime söyledim. “Mutlaka gitmeliyiz” dedi. Ben yine kem küm ettimse de, o adeta beni sürükleyerek götürdü…
Aman ne iyi etmişler. Eşime de Fatma kardeşime de minnettarlığımı burada tekrarlamak isterim…
* * *
Kudsi Erguner, başlı başına bir hazine. Dedesi Süleyman ve babası Ulvi Erguner gibi o da neyzen. Ve Allahı var, neyin hakkını da veriyor…
Aya İrini hınca hınç doluydu. Tuhaftır ki izleyicilerin yarısı yabancıydı. O ne güzel izleyiciydi ya Rabbi!… Kesinlikle başka bir İstanbul’da yaşadığımı hemen fark ettim. Dinlemesini bilen, nerede alkışlayacağını, nerede susacağını anlayan muhteşem bir kalabalık. Hepsi de gençti…
Demek hala gelecek için ümitli olabilirdik. Çünkü hala çiçek insanlar vardı ve musıki, yağmur rahmeti gibi üzerimize inebiliyordu…
Yusuf Bilgin, Fevzi Mısır ve Aziz Bahriyeli’nin, neyzen Kudsi Erguner, tanburi Necip Gülses, udi Mehmet Emin Bitmez, kanuni Hüsnü Anıl ve muhteşem bendirci Bruno Caillat’ın sazları eşliğinde okudukları gazellerle, kelimenin tam analamıyla sarhoş oldum. Evet sarhoş!
Aya İrini’den çıktığımızda eşimin “Kötü mü oldu?” sitemine karşılık “Sen ne diyorsun be kadın. Bana yitirdiğim bir dünyayı keşfettirdin. Beni sürükleyip getirdiğin için sana minettarım” demekten kendimi alamadım…
Sultan II. Murat’ın, Fatih Sultan Mehmet’in, Yavuz Sultan Selim’in ve Kanuni Sultan Süleyman’ın o hasret ve duygu yüklü şiirlerinden derlenmiş olan gazelleri, sanki onların otağındaymış gibi duyup meşk etmek… Gerçekten günümüzde zor ulaşılacak bir nimet…
Hele hele bütün değerlerin maddeye ve payeye indirgendiği kupkuru dünyamızda…
Ve şunu itiraf edeyim, İstanbul hala, her türlü zahmete, her türlü sıkıntıya değen bir şehir. Aya İrini’de teneffüs ettiğim bu büyülü, bu ilahi soluk, İstanbul’un yaşattığı bir yıllık çileyi helal ettirdi.
Bu şehirde yaşamak güzel. Bu atmosferin içinde soluk almak müthiş. Sizi İstanbul’un bu yüzünü görmeye çağırıyorum… Onu bir kere daha sevecek, bir kere daha bu şehirde yaşadığınız için şükredeceksiniz…
Çünkü birazcık gayret ve zaman ayırmakla kaybettiğiniz o eski dünyanın insani ve lahuti güzelliklerini bulacaksınız.
Ben buldum. Hemen burnunuzun ucunda…