Yıkılmış, yok olmuş, tarihe karılıp masal olmuş şehir ve medeniyetleri incelediniz mi?
Kur’an‑ı Kerim, sık sık bu medeniyetlerden ve onların halkından tasvirler vererek, insanların nasıl kendi akibetlerini kendi elleriyle hazırladığını hatırlatır. İbret alınmasını ister.
Ama ibret alınmaz. Çünkü insanlığın, en büyük zaaflarından biri de felaketini saadeti kadar ısrarlı istemesidir. Bir toplum bir kere bu yola girdi mi, artık onu durdurmak imkansız hale gelir.
Çünkü hataları, sapıklıkları, menfilikleri, onlara sevimli görünür. Çağdaş hayat tarzının o olduğu sanılır.
* * *
Cumartesi ve Pazar gecesi, bir özel televizyon kanalında yapılan iki tartışmayı izlerken, nedense bu yok edilmiş medeniyetleri, kavimleri düşünmeden edemedim.
Cumartesi gecesi, Zaman Gazetesi Başyazarı Fehmi Koru ile, Cumhuriyet yazarlarından Hikmet Çetinkaya‘nın tartışmasını izledik.
Muharrirlerin, yazarların, fikir adamlarının gazete sütunlarında tartışmaları bir derece çekilebiliyor. Çünkü bu durumlarda, insanlar hakarete varacak küstahlıklarını gizleyebiliyorlar.
Ama televizyon ekrarında, milliten huzurunda yapılan böyle tartışmalar son derece seviyesiz, gereksiz oluyor.
Meşhur bir söz var:
“Tartışmasını bilmeyenler, kavga ederler”
Ben Sayın Koru’yu şahsen tanırım. Böyle seviyesiz ağız dalaşlarına girmeyecek kadar ağır insandır. Nasıl böyle bir hataya düştü, tartışmanın kavga olduğunu sanan bu yaratıkla nasıl karşı karşıya geldi aklım ermedi?.
Nitekim, karşısındakinin şirretliğini gördükten sonra, Kur’an‑ı Kerim’in, müminleri nitelemek babında “Onlar cahillerle karşılaştıklarında, onlara “selametle, buyrun sen yoluna ben yoluma” deyip geçerler, dalaşmazlar” dediği ayete uyarak usustu. Sustu ama kendisini de yaraladı.
Ebucehil’den daha kör bir kuyuya gömülmüş karanlık ruhlu insanlarla dalaşmakla ne elde edebilirsiniz ki, sayın Koru!
“Küfrü ve fıskı fazla tasvir saf zihinleri idlal eder” demişler. “Da’ hum ve yülhihimul emelu”
Bu tür tartışmalar, tehlikeli ve kamplaşmayı hızlandırıcıdır. Gereksizdir.
* * *
Pazar gecesi izlediğimiz siyaset meydanının konusu ise güya İslam ve Sanat‘tı.
Ülkenin bir yığın hatırlı ismi, alimi, üleması toplanmışlar, bir şahsın cinsi sapıklığının mahsulü olmaktan öteye gitmeyen bir taş yığınını tartışıyorlar.
Sahibinin ruh habisliğini iyi sembolize ettiğine şüphe olmayan bir yapıtın ‑ona eser demeye dilim varmıyor‑ sanat olup olmadığını tartışmak mıdır, Türkiyenin meselesi?
Bir belediye başkanı, bu ‘yapıtı’, eser kabul edip, teşhirinden yarar ummuş ki, bunu Ankaralıların hizmetine sunmuş. Böylece bahtiyar Ankara çocukları da sanat adı altında birilerinin bu milleti nasıl iğfal ettiğini yakinen müşahede etmişler.
Sonra bir başka belediye başkanı gelmiş. Bu zavazingonun, milletin milli ve manevi değerleriyle istihza, müstekreh bir muhabbet tellalğı olduğunu kabul ederek teşhirden kaldırmış.
Bu kadar basit bir olayı, Türkiye’nin bir numaralı meselesi haline getirmenin ne alemi vardı.
Mesele bir heykelin kaldırılıp kaldırılmaması iken, sanki orada iman ve küfür mücadelesi veriliyordu.
………
Bütün sanat anlayışları dizle göbek arasında seyredip dolaşan bir takım gariban oğlanların çıkıp tiyatro adına ahkam kesmeleri de bir başka soytarılıktı.
* * *
Ancak, “kemiksiz bir çağdaş” olduğunu eserlerinden anladığımız Sayın Ali Poyrazoğlu, çok ama çok doğru bir laf etti:
“Bizim anlayışımız bu. Biç uğraştık çabaladık inandığımız bildiğimiz gibi eserler ve bir tiyatro ortaya koyduk. Siz de yapın!”
Bu söz,
Bir, sağın kültür üretmede ne kadar geri ve pasif olduğunun kanıtıdır. Hani nerde milliyetçilerin, muhafazakarların, devlet millet vatan diyenlerin tiyatroları, tiyatro eserler?
iki, biz iş yapmak yerine iş yapanları eleştirmekle ömür tüketiyoruz.
Oysa en susturucu cevap misliyle olan cevaptır. En az sol, ‑onlar kendilerini nasıl tanımlarlarsa tanımlasınlar‑ daha doğrusu materyalist kesim kadar sanat üretmez ve onu hayata mal edemezsek, zaten hayat bizi öğütüp kenara atar.
50 yıl sonra bugün eser bırakanlar hatırlanacak, güçlüler değil…
* * *
Türkiye’de, sinema, tiyatro, yazım çizim, kitap, dergi, her türlü güzel sanatlar, roman vesairede; hep sol yapmış biz yakmış veya eleştirmişiz.
İnanan kesimin neden yakılmış bir eseri yok, neden oynatılmış bir eseri mevcut değil. Sinamayla ilişkimiz ise üç beş senelik bir olay…
Diyebilirsiniz ki, bütün zeminleri onlar istile etmişlerdi?
Ama bu bahane olmaz. Biz ne yazdık, ne yazanların elinden tuttuk, ne yaptık, ne yapanları yücelttik. Atı alan da üsküdarı geçti.
* * *
Evet, o tartışmadan aldığım en büyük derse gelince…
Bu millet, maalesef bir daha iltiyam bulmayacak şekilde kamplara bölünmüş bulunuyor. Kullandıkları ifadeler, diyalogları, yakalışmları, analyışları, hatta dilleri tamamen başkalaşmış iki kesim.
Bir iki bilim adamının uzlaştırma çabaları da havada kaldı. İki kesim arasındaki mesafa şarkla garp arasındaki mesafe kadar. Bu kör döğüş, bu kitlenmiş diyalog saplantısı, hızla toplumu uçuruma götürüyor.
Ve korkarım ki, bu dakikadan sonra bu gidişat, kendisinini durdurmaya kalkışacakları da tepeleyip geçecektir. Demokrasi vesaire, bu nefreti söndürmeye yetmez. Ülke kesin tercihini yapmalı ve ne ise o tarafa tam ağırlığını koymalı.
Bu halkala da bunu başarabilir miyiz bilemiyorum. Ümit edelim ki, milletin tarihi sağduyusu hakim bir hakem rolu oynayabilsin.
Aksi takdirde mukadder olan akibeti bilmek için kahin olmaya gerek yok.